11 Ağustos 2015 Salı

MERSİNDE YAYLACILIK: FINDIKPINARI

MERSİN’DE YAYLACILIK : FINDIKPINARI



















































































































































































                                              BÖLÜM 1

   Bu sıcak günlerde hem biraz serinleyelim, hem de geçmişten günümüze şöyle yayla günlerimizi bir hatırlayalım dedim.
   Yayla (plâto), yüksek yerlerdeki derin akarsu vadileriyle yarılmış yüksekte kalan düz arazi şeklidir. 
   Mersin’in de kendine has onlarca yaylası vardır. Fakat en büyükleri; Merkeze bağlı olarak Gözne, Fındıkpınarı, Arslanköy, Soğucak, Bekiralanı olarak sayabiliriz… Daha önce de söylediğim gibi bunlar dışında onlarca yayla oluşmuştur. Yaylalarımıza baktığımızda hepsinin içerisinden bir akarsuyun geçtiğini görürüz. Genelde deniz seviyesi yükseklikleri 1000 m’den başlar 1500 m’ye kadar ulaşır. En yüksek rakıma sahip olan yaylamız Arslanköy’dür.
   Ben üç yılda Gözne’de yazlı kışlı olarak yaşamışsam da asıl yayla olarak büyüdüğüm yer Fındıkpınarı yaylasıdır. Bu yaylalar içerisinde yayla özelliğini kaybederek şehirleşmeye başlayan ilk yayla da Gözne yaylasıdır. Gerek şehre yakınlığı ve ulaşımın kolay olması, gerekse yaylalar içerisinde ilk kurulan belediyelerden biri olması Arslanköy ile birlikte, imar planlarının da oluşturulması ile çok katlı apartman türü yapılarda oluşmuştur. Yanılmıyorsam Aşağı Gözne mahallesinde altı katlı apartmanlar vardı. Hızla eski ahşap ve taş yayla evleri yıkılarak günümüz konutları yapılmaktadır. Gözne’de çok nadir eski yayla evi bulabilirsiniz. Bence en görkemlisi yine yanılmıyorsam şu anda Kızılay’ın olan Amerikalılardan kalma binadır. (Aşağı Gözne ile Yukarı Gözne’nin ayrıldığı noktadadır.)
   Yayla kültürü bizlere yörüklerden geçmedir ve hayvan yayıltmaktan (otlatmak, gütmek) gelen yayıl, yayılak, yaylak sözcüklerinden yaylaya dönüşmüştür. Şehirden veya köylerden yaylaya göç olaylarının bundan yüz elli yıldan öncesine kadar gittiğini söylersem yalan söylememiş olurum. Amerikalıların bir kısmı 1860 yılında iç savaştan kaçarak Mersin’e gelmişler ve pamuk üretimini burada yapmışlardır. Bu Amerikalılar, Gözne’den yer alarak yazlarını burada geçirmişlerdir.(O dönemlerde Amerikalıların yaylaya çıkacak kamyonu veya yaylaların vasıta için yolu var mıydı bilmiyorum ama… Göçler kervanlarla veya at, deve, eşek sırtında yapılıyordu. Yaylaya şehirden göç de çok yoğun değildi.)
   Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda ve Mersin’in kurtuluşunda yaylarımızın çok önemli görevler üstlenmiştir. Özellikle Gözne ve Arslanköy müfrezelerimize üs, eğitim ve komuta merkezi görevi üstlenmişlerdir. Hemen her yaylamızda kaleler (kule) mevcuttur. Bunların tamamına yakını Ermeniler tarafından yapılmıştır. Tahmini yapılış tarihleri bin yüzlü yıllardır. Gözne’de Korum mahallesinde bir kaya parçasına yazılı olan Aramice (O dönemde Doğu Anadolu Bölgesi’nde kullanılan bir dil. Günümüzde güney Lübnan’da az da olsa kullanılan ve tükenmekte olan bir dil. O yıllarda Ermenilerin de kullandığı bir yazım diliydi) yazıda “Uten geldi topladı…Ali neslinden gelenlere galep etti.” Yazmaktadır. Türkçe anlamı ise; Uten adında bir komutan askerlerini topluyor ve Ali neslinden gelen (Ali neslinden gelen? Yani Aleviler oluyor. Buda bize gösteriyor ki o dönemin yörükleri “Türkleri” Alevidir. Ben çok iddialı söylüyorum Anadolu’da yaşayan Türklerin tamamı bin beş yüz yirmi bir yılında Yavuz Sultan Selim’in Hicaz’ı fethine kadar hepsi Alevi idi. Sonraki yaşananları hepimiz biliyoruz. Tevekkeli ben kendimi hep Alevi gibi hissetmişimdir. Bir gün Fındıkpınarı’na giderken babam Kuzucubelen’den (Alevi, tahtacı köyüdür) geçerken bir evi göstermiş ve şu ev dayımların evi demiştir. Kendi kendime ne alaka biz Sünni’yiz onlar Alevi… Nasıl akraba oluruz diye düşünmüşümdür. Biz Kösereli yörüğüyüz. Demek ki en son Sünniliğe geçen aşiretlerden birisi biz olmuşuz. Muhtemelen de dayımların dediği ev annesinin dayısının olabilir) kişilere karşı zafer elde etmiş ve o günün anısına bu kitabeyi yazmışlar. Ermeniler Mersin’e on birinci yüzyılda Selçukluların Van ve yöresini ele geçirmesinden sonra kaçarak güney bölgemize gelmişlerdir. Düz ovadan çok dağlık alanlarda güvenliklerini sağlamak amacı ile yaşamış ve ovadan gelecek tehlikelere karşıda bu küçük, daha çok gözetleme amaçlı kale (kule)leri yapmışlardır.
                                                                                          

                                            BÖLÜM 2

   Bu kadar giriş bölümünden ve sıkıcı tarihi konulardan sonra saadete geleyim. Ben bin dokuz yüz altmışaltı yılından itibaren (o yılları az da olsa) yaylacılığı ve Fındıkpınarı’nı bilirim. Burada yer edinmemizin de ilginç bir öyküsü vardır. O yıl babam merhum Kıyasettin Ünal öğretmenliğini Tarsus’un Hasanağa (Bu köy bin dokuz yüz altmış sekiz büyük sel felaketinde yok oldu.) Köyü’nde görev yapıyordu. Yazlık olarak Fındıkpınarı’na çıkıyorduk.  Annemin babası olan dedem merhum Köroğlu Mehmet Çavuş (Yılmaz) bir Opel kamyon almıştı. Çocukları arasında kura ile bu kamyon’un sahip olacak evladını belirlemek istemiş ve kurada kamyon anneme çıkınca “Kızım sen kızsın, kocan öğretmen… Sen kamyonu ne yapacaksın?” demiş ve sonradan bu kamyonun yerine bu günkü yayla arsamızı anneme almış.
   Fındıkpınarı, şehir merkezine yaklaşık 40 km uzaklıkta şirin mi şirin bir yayla idi. O yıllarda yollar çok bozuk ve dardı. Dönemin vasıtaları ise günümüzün modern araçlarının atası ve yola çıkmaya mecali olmayan araçlardı ama ne yaparsınız o günün en modern araçları da onlardı. Şehirden ayrıldıktan hemen sonra Kuyuluk’un üstünde bugünkü orman içi dinlenme tesislerinin tam karşısındaki virajda kemerli taştan yapılmış “Kerim’in Çeşmesi” vardı. Bu çeşmede düz bir borudan pek de soğuk olmayan pınar suyu akardı. Bazen borunun ucunda muslukta olurdu ama ihtiyaç sahibi insanlarımız bu muslukları söküp götürürlerdi. Sonrasında bu çeşmenin suyunu hemen üzerine yapılan binalar kendilerine döşediler galiba ve zamanla yukarıdan gelen toprakla da çeşme sanırım toprak altında kaldı. Birçok araç yayla yoluna sarmadan burada kısa bir mola verir; araçlar kontrol edilir, el-yüz yıkanır ve su içilirdi. Sonrasında bilinen son dualar besmele çekilerek okunur, iman gücü de arkaya alınarak yola koyulunurdu. İlk geçilen tehlikeli nokta, gerçi her nokta, her viraj tehlikeliydi ama… Cemilli Köyü içerisindeki dev dağ kaya parçasının altından geçilen keskin virajdı. Aynı zamanda yolun dağ kısmı olmayan kesimi keskin uçurumdu. Bu yolda az araç kaza yapmamış veya uçurumdan uçmamıştır. Bende bu yoldan her geçişimde ürpermiş ve korkmuşumdur. Bir yandan uçma korkusu, bir yandan da koca dağ parçasının üzerinize yuvarlanacağınız hissi… Aman tanrım şimdi bile ürperdim. Burada bir parantez açayım; 1980’li yıllarda bizim köyden Yörük Ali isimli bir vatandaşımız yeni bir Fiat Türk traktör satın almıştı ve sürme konusunda da acemi idi… Yaylada kahvede otururken “Ali abi, sen şimdi traktörde acemisin giderken Cemilli’nin orada nasıl geçiyorsun?” diye sorduğumda “valla ben karşıdan karışmam ben dağ tarafından giderim” demişti ki bu şekilde yolun yayla dönüşünde de dağ yönünü kullananlar olmuştu. Cemilli’den sonra Kuzucubelen Köyü’ne (bu köy Alevi- tahtacı köyüdür) girilirdi. Kuzucubelen o dönemlerde nahiye (bucak) idi. Jandarma karakolu yerleşik olarak burada yazları ise Fındıkpınarı’nda bulunurdu. Köy içi dar ve çok dönemeçli idi. Köyün ortasında büyük ve gösterişli doğal kaynaklardan beslenen çok gözlü bir çeşmesi vardı ve suyu serindir. Bu çeşme halen var ve hala faal olarak devam ediyor. Bu çeşme başında da mola verip dinlenenler olurdu. Köy merkezinden köyün en yüksek noktasına ulaşınca Akkahve denilen yere ulaşılırdı. Bu nokta serin olduğu, kahve, fırın, bakkal, değirmen gibi ihtiyaçların karşılanabileceği alanlarda olunca bu noktada daha fazla ve daha uzun süre konaklama yapanlar olurdu. Akkahve’den ayrıldıktan sonra ver elini Akarca Köyü… Aslında Fındıkpınarı’nın yerlilerini de oluşturan küçük bir köydür. Bu köyün Fındıkpınarı’nın girişinde ismini verdikleri Akarca Güzlesi vardır. Akarca’dan sonra dönemin tüm araçlarının ve yayalarının konakladığı İsmail’in Çeşmesi adı verilen doğal kaynaktan beslenen bir çeşme vardı ve halen de var, faal durumdadır, suyu serindir, birçok insan buraya piknik yapmaya gelmektedir. Tüm yolcuların burada mola vermesinin sebebi ise o dönemler gerçekten çok dik olan (Günümüzde bu rampa yok derecesine indirilmiştir.) ve araçları, hayvanları yoran “Aybelen” rampasının başlangıcına yakın sulak en yakın nokta olmasıdır. Hep ilgimi çekmiştir... Birçok araç bu noktada su kaynatmış olurdu. Nasıl olurdu da oraya denk gelirdi çözemezdim. Burada araçların son su kontrolleri yapıldıktan sonra tekrar yola koyulunurdu. Zorlu Aybelen rampasını araçlar çıkmakta zorlanırlar adeta apalarlardı. Bazen yolcu veya yük boşaltmak durumunda kaldıkları da olurdu. Aybelen rampasının çıkışta sol tarafta krom maden ocağı bulunmaktadır. Bu zorlu rampadan sonra artık yaylaya geldiğinizi kabul edebilirdiniz. İki üç km’den sonra Akarca Güzlesi (Bu günkü Orman İşletme Şefliği’nin bulunduğu noktadan itibaren) ile Fındıkpınarı’na girmiş olurdunuz.
  
                                            BÖLÜM 3

   Akarca Güzlesi’nin hemen girişinde sol tarafta mevsimlik olduğu önüne kurulan talfardan (Sıcaktan korunmak için yapılmış çalı çırpıdan oluşturulmuş gölgelik) sekiz on kişinin ancak oturabileceği büyüklükte bir kahve, kahveyi geçince mezarlık, sağ tarafta ise kışında kalınabilecek şekilde yapılmış yayla evleri vardı. Akarca Güzlesi’nin bulunduğu vadinin iç kısmında ise merhum Osman Gök’ün evi (Çok yemeklerini yedim, sularını içtim, evlerinde konakladım) vardı. Evlerinin önünde ise kesme taşlarla dikdörtgensel yapılmış, insanların su içebilmesi için bir su oluğu, hayvanların içebilmesi içinde bir su yalağı bulunan tarihsel bir pınardı. Şu anda üst kesimlerine birçok evin yapılmış olması ve atık suların fosseptikte toplanması nedeni ile su kaynağının kirlenmiş olabileceğini düşünüyorum. Fındıkpınarı’na adını vere fındık ağaçlarını Osman amcanın bahçesinde gördüm ve dallarından taze fındık yedim. Hemen yakınında ve karşılarında bir iki ev daha vardı. Akarca Güzlesi’nden çıktıktan sonra keskin ve biraz dik olan rampanın hemen bitiminde otobüsçü Hacı Mehmet’in evi vardı. Oradan sonra Beşkoz (Beşgöz) yol ayırımına kadar pek ev yoktu. Buralar yazın çadır kuran köylüler, yolun sağ kısmı da çadır kuran abdallar ile dolardı. Şimdi buralarda nerede ise Akarca Güzlesi de dahil boş yer kalmadı. Abdalların konakladığı yerde ise yirmi, yirmi beş yıldır bitirilemeyen bir otel inşaatı var. Beşkoz yol ayrımının hemen sağında merhum Saçlı Duran Güder’in evi vardı. Sol tarafta ise yine Kocavilayetli Saçlıların evleri (Hepsi akrabamız olur) vardı. Beşkoz mevkiine giden yol çok bozuktu… Traktörle gitseniz iç organlarınızı düşürmekten korkardınız. Yine bu yol ayrımının sağında bir borudan akan su ve solunda sebil olarak yapılmış bir çeşme vardı. Çadır yaylacıları su ihtiyaçlarını buradan karşılarlardı. Yayla yolunda devam ederken biraz ilerde köprüye varmadan solda fırın vardı. Sağda ise bir kahvehane ve arkasında yeşil renklerin hâkim olduğu yaylada bulunan iki camiden birisi olan Beşkoz Camisi vardı. Saçlı Duran’ın evinin yanında bir ev daha bulunuyordu. Ondan sonra büyük boş bir alan Beşkoza doğru biraz dik bir eğimle caminin güney kısmında yer alıyordu. Bu boş alanda bulunan düzlükte (harman yeri idi) karakucak güreşleri ve çeşitli gösteriler yapılırdı. Yine caminin alt kısmında anayol üzerinde kahveler, manav, bakkal ve kasap bulunurdu. Beşkoz sakinleri çarşıya gitmeden tüm ihtiyaçlarının büyük bir kısmını buradan giderebilirlerdi. Köprüden itibaren Beşkoz su deposuna kadar olan alana ki çok geniş bir alandır… Beşkoz Mahallesi denirdi. Burada yayla evleri kümelenmiş bir şekilde yer alırdı. Yolda köprüye varmadan solda yazlık sinema da vardı. Köprüyü geçtikten sonra ise Çarşı Mahallesi başlardı. Köprünün sağından yukarıya doğru çıkan yol bir yay çizerek beş altı yüz metre sonra tekrar ana yolla birleşirdi. Bu yola Orman Dairesi Yolu denirdi. Bu yay içerinde kümelenmiş yayla evleri yoğunlukla bulunurdu. Yay şeklindeki yolun tam orta nokta üstünde Orman İşletme Şefliği ve lojmanı bulunurdu. Şimdi Orman İşletme Şefliği yaylanın girişine taşınmış bulunmaktadır. Köprüyü geçtikten hemen sonra orman dairesi yoluna sapmadan bir fırın vardı. Orman dairesinin yolunun çarşı yönündeki ana yolla kesiştiği noktanın hemen sağında küçük bir mezarlık bulunurdu (Bu mezarlık kaybolma noktasına gelmişti) Bir yayla için ne çok mezarlık vardı. Akarca Güzlesi Mezarlığı, şimdi bahsettiğim Çarşı Mezarlığı ve Beşkoz’un kuzeyinde yer alan (Soğukpınar yol ayrımında) Mezar Gediği mevkii denilen bir mezarlık… Acaba Fetilli tarafında veya yaylanın çarşısının kuzey üst yamacında da var mıydı tam hatırlamıyorum. Ama sanki Fetilli tarafında da varmış gibi geliyor… Bilmiyorum(!)  Orman dairesinin çarşı yol başlangıcını geçince sağdaki ilk yol bizim yayla evine çıkan yoldu ve yol bizim arsada bitiyordu. Bizim yolun hemen solunda bıçakçı Mahmut’un (merhum) dükkânı vardı. Onun yanında da Abdul Rezzak amcanın langırt ve bilardo salonu vardı. Ana yoldan biraz daha gidince çarşıya ulaşıyordunuz. Böyle bir çarşıyı inanın ülkenin hiçbir yerinde bulamazsınız. Araçları park etmek için geniş ve dairesel bir garaj vardı. Bu garajın üç tarafı kahveler, bakkallar ile çevrili idi… Garajın hemen doğu kısmında otel bulunuyordu (O tarihlerde kazalarda bile otel bulamazdınız). Çarşının güney kısmı ise köylü pazarı idi. Bu kısım garajdan birkaç metre aşağıda kalıyordu. Yine çarşının güneydoğusunda Türk hamamı (Yaylada hamam! Başka hangi yaylada vardı ki!) bulunuyordu. Çarşının dört tarafından da yollar çarşıya bağlanıyordu (Atatürk’ün örnek köy projesine benziyor). Çarşının doğusundan yola devam ettiğinizde solda kasaplar, manavlar, fırın ve lokanta vardı. Sağ kısmında ise yaylanın diğer ve büyük camisi bulunuyordu. Yine bu noktada bakkallar, manavlar, lokanta vardı. Çarşının çıkış noktasında sağda jandarma karakolu bulunuyordu. Artık bu kısımdan sonra Fetilli Mahallesi başlıyor ve bir iki km uzanıyordu. O dönem evlerin en az olduğu mahalle olduğunu söyleyebilirim. Ana yol kenarına yakın yapılmış evlerin dışında ev sayısı pek fazla değildi. Demek ki Fındıkpınarı o dönem dört kesimden oluşuyordu. Hatta çarşının kuzey üst kesimlerine Kırkgöz’de denirdi. Sonra bunlara Bozön Güzlesi de eklendi. Bu anayol 17 km uzaklıktaki Tepeköy’e ve Gölpınar’a kadar uzanıyordu.

                                            BÖLÜM 4


   Fındıkpınarı’nda evleri yerleşik yaşayan ve yaylacıların evleri olmak üzere iki şekilde görmek gerekir. Yaylada yerleşik yaşam sürenlerin evleri doğal olarak kışın o soğuk koşullarına da uygun olmak zorundaydı. Genellikle evler iki katlıydı ve alt katları hayvanlarının barınması içindi. Hayvanların ısısından faydalanmak amacı ile birinci katın tavanı ikinci katın döşemesi olan kısım ahşap tahtalardan döşenirdi. Genelde birinci katlar taş örülerek yapılırdı. Yörenin taşları küçük olduğu için bu taşların arasına;  yatay, çapraz ve dikine ahşap dilmeler yerleştirilerek taş duvarların göçmesi engellenir, sıkışmaları sağlanırdı. İkinci katlar ise genelde ahşaptan yapılır ve çatı çinko ile kaplanırdı. Kiremit çatı kullanan evler pek azdı. Bunun sebebi de çinkonun daha ucuza gelmesi ve kar için daha kaygan olmasıydı. İkinci katları taş döşemeli ev pek azdı. Evlerin önünde ahşap balkonları olurdu. Yöre halkının fakir olmasından dolayı evler çok gösterişli değildi ve halkın yoksulluğunu ortaya koyar türdeydi.
   Yaylacıların evleri de iki katlı idi. Kimi ahşap direkler üzerine çıkılmış ve alt kat yapılmamış olurdu. Kimisi ise alt katlarını yine ahşap kimisi de briket ile alt katlarını ördürüyordu. Evlerin çatısı genelde çinko ile kaplanıyordu. Kiremit çatı çok azdı.
   Fındıkpınarı’nın en ihtişamlı yapıları (bence); Orman İşletme Şefliğinin binası, otel, cami, karakol binası, Foto Abdullah’ın evi, Mersinli Ahmet’in evi, karakol arkasında çam ağaçları içerisinde kalan bina, Fetilli’ye girerken ilk virajda sağda bir kayanın üzerine oturtulmuş ev, yine çarşıdan otelin yanından yukarıya çıkarken hemen sağ köşedeki altı dükkân olan ev, yine çarşıdan bir iki sokak yukarıda bulunan evler, Beşkoz tarafında biraz sinemanın çapraz karşısında duran ev yaylanın akılda kalan evleridir. Tabi ki bu arada unuttuğum evlerde olacaktır. 
   Yerleşik halkın geçim kaynağı yaylacılardır. Biraz kaba olacak belki ama bu tüm yaylaların yerel halkının tutumudur… Gelen yaylacıları soyalım zihniyeti hâkimdir. Eskiden ticareti bilmezlerdi… Evlerini yaylacılara en yüksek fiyattan kiralarlar, hatta bazıları çadıra çıkarlardı. Hamallık yaparlar, yapılan yayla evlerinde marangozluk, ustalık yaparlar, bahçesi olan evlerin bahçe işlerini yaparlardı. Yaylanın ticareti dışarıdan gelenlerin elinde idi. Şimdi ise bu işleri kendileri yapmaktadırlar.
   Kışın iki yüz ile üç yüz arasına düşen nüfus yazları; on beş, yirmi bine çıkardı. Geçen yıllarda yerleşik nüfus bin, bin beş yüze ulaşınca yaylacılarında kendi nüfuslarını yaylaya aldırmaları sonucu belde olmuştur. Son çıkan bütünşehir yasası ile Mezitli ilçesine mahalle olarak bağlanmıştır.
   Su açısından yaylalar içerinde en şanslı yayladır Fındıkpınarı… Eskiden iki deposu vardı. Birisi çarşıyı besleyen Kırkgöz, diğeri ise Beşkoz tarafını besleyen Beşkoz (Beşgöz) dür. Sular hiç kesilmezdi, kahvelerde su havuzları vardı ve şırıl şırıl su akar havuzu doldurur, havuzun diğer tarafından da boşalırdı. Kahveciler bu havuz içerisine meşrubat, limonata ve süzme yoğurttan yaptıkları ayran kaplarını koyarlardı. O dönemlerde elektrik olmadığı için doğal olarak buzdolapları da bulunmuyordu. Evlerde ise evin biraz önünde çeşme konur ve çeşmelerin önüne mutlaka küçükte olsa bir havuz yaptırılırdı. Kavun, karpuz ve diğer meyveler, rakıcıların rakıları bu havuzlarda soğutulurdu. Su bol ve kesilmeden geldiği için hortumlarla bahçelerdeki ağaçlar, çiçekler, sebzeler bol bol sulanırdı. Muhtarlık her yıl belirlediği bir miktar su parasını kabala toplardı. Yol boyunca sık sık sebil olarak yapılmış çeşmeler vardı. Bazı evlerde süs havuzları oluşturulmuş ve ortasından yukarıya doğru kademeli basamaklar çıkarılmış… Buradan akan sular güzel bir dinginlik sağlayan ses ile havuza dökülüyordu. Kimileri ise havuzlarına fıskiyeler yapmıştı. O kadar tatlı ve soğuk bir su akardı ki doyamazdınız. Yediğiniz yemeklerin kısa sürede midenizde hazım olmasını sağlar ve tekrar açlık hissederdiniz. Bugün ise sularda o eski soğukluğu hissedemiyorum. O dönemlerde suların dağıtımı demir borular ile yapılırdı. Belli bir noktada sekiz, on evin su aldığı nokta olurdu ve orada herkesin bir vanası vardı. Bazen yayla zaten eğimli olduğu için aşağı kısımdakilerin fazla su kullanmalarından dolayı üst kısımda kalanların suyu akmayabilirdi ki bu durumda komşular arsında ağız dalaşı çok olurdu. Belde olduktan sonra bu eskiyen borular yenisi olan plastik borular ile değiştirildiler… Belki bundan dolayı sulardaki o eski soğukluğu bulamıyorumdur. Şimdilerde evlere su sayaçları takılınca kimse o havuzlarını suyla doldurup şırıl şırıl akıtamıyor. Kırkgöz denilen depo çarşıdan otelin yanındaki yoldan bir üç yüz metre çıkılınca ulaşılabilir. Yol çok dik olduğundan yaya ulaşmakta zorlanabilirsiniz. Ama artık birçok yere araba ile ulaşmak mümkün. Kırkgöz’de kırk tane göz yani suyun depodan çıktığı yer yok ama çok sayıda olduğu için adını bu şekilde almış. Kırkgöz’den beş yüz metre kadar yukarıda suyu bol ve çok soğuk olan Çopurgediği pınarı vardı… İnanın elinizi on saniye içerisinde tutamazdınız, tutsanız bile elinizi çıkardığınızda hissetmezdiniz. O pınar içerisine soğumak için bırakılan birçok karpuzun soğukluktan çatladığına şahit olmuşumdur. O zamanlar pınarın suyunun bir kısmı boru ile evlere dağıtılıyordu. Kalan kısmı ile alt kısmında var olan bahçeler sulanıyor ve boşa akıyordu. Şimdi bu su tamamen depolara alındı ve pınarın üstü kapatılarak yok edildi. Pınarın beş on metre uzağında cılız bir ağaç vardı. Etrafı ağaçlık ve yeşillik olmayınca pek piknik amacı ile kullanılmadı. Kırkgöz’ün biraz yukarısında yol açma çalışmaları sırasında bir kayanın dibinden güzel bir su çıktı, bu suda Kırkgöz’e bağlandı. Çopurgediği’nin yanından geçilen yoldan devam edildiğinde Purçu adı verilen bir yere ulaşılır. Burada iki-üç aile yayla yapmakta idi. Çok güzel bahçeleri vardı. Hatta burada ürettikleri doğal yayla sebzelerini pazarda satmaya getirirlerdi. Purçu denilen bu kesimden büyük bir kayanın dibinden çağıl çağıl bir su çıkar ve Fındıkpınarı deresine dökülürdü. Yazın dereden akan bu sudur. Şimdilerde ne haldedir bilmiyorum. Fındıkpınarın’a belde olduktan sonra ilave depolarda yapılmıştır.
   Yarın diğer su kaynaklarından devam ederiz….


                                            BÖLÜM 5
  

   Gece oluşan depremden ve o korku dolu duygulardan sonra konuyu toparlayabilecek miyim bilmiyorum.
   Fetilli tarafında çıkan bir su kaynağını hatırlamıyorum ve bilmiyorum fakat Fetilli’yi bir km kadar geçince Bozön Güzlesi’ne ulaşırsınız. Bozön Güzlesi içerisindeki ilk keskin dönemeçte çok güzel ve soğuk bir su çıkardı. Bu su başında Bozönlüler küçük bir kahvehane kurmuşlardı. Bu su Bozön Güzlesi’ndeki  tüm bahçelerin ve sebzelerin sulanmasını sağlardı. Burada üretilen meyve ve sebzeler yaylanın pazarında veya Mersin halinde satılırdı. Bozön Güzlesi’nin sakinlerinin çoğunluğunu adı üzerinde Bozön köylüleri oluştururdu. Çiftlik Köyü’nden de azda olsa yayla olarak kullananlar olurdu. Saladağ dediğimiz yaylanın futbol sahasının bulunduğu dağın güneyinde Apsın Güzlesi yer alırdı. (Saat03.00 fırtınaya dönüşen hava ve korkunç sıcak esen esinti gözümüzü korkuttu. Evi terk edip bir süre boş bir arazide beklemekte fayda görüyorum. Sonra devam ederim… Bilgisayarı kapatmamla elektrik de kesildi ve evi terk ettik. Saat 04.30’da hava dinginleşti ve eve girmeye karar verdik. Tam beşinci kata ulaştığımızda elektrik geldi fakat tekrar kesilir korkusu ile asansöre binmedik ve beş kat daha tırmandık.) Apsın Güzlesi içerisinde güzel bir pınar suyu taş bir çeşmeden akmaktadır. Çeşmenin yirmi metre altında bir incir ağacı ve sonrasında meyve bahçeleri bulunmaktadır.
   Güzle güzle diyoruz da… Güzle ne demektir. Güzle; güzlemekten gelir. Yörükler yaylalara çıkarken (Onlar için yayla bin beş yüz rakımdan sonrasıdır, oralarda artık ağaçlar yoktur.) veya yaylalardan inerken birkaç gün için hem kendileri hem de hayvanlarının dinlenmesi için mola verdikleri yerlerdir. 
   Bozön Güzlesi’nden sonra Sarılar, Şahna gibi yayla köylerine veya Tepeköy (Halk dilinde Diniker) yaylasına ulaşılır. Buralarda suyu bol olan yayla köyleridir.
   Beşkoz ise Fındıkpınarı’nın güneydoğusunda yer alır. Ya Beşkoz Camisi’nin yanından veya Fındıkpınarı’na girişte yer alan Demirışık yolundan gidilebilir. Demirışık yolunun bir km kadar sağından bozuk bir yol Beşkoz’a uzanır. Yola girince hemen solda Özerlerin güzel ahşap bir yayla evi vardır. Biraz daha tırmanınca Akarcalı merhum Osman Çimen’in yaylanın tüm karakteristik özelliklerini yansıtan evleri bulunmaktaydı. Maalesef benimde akrabam olan bu güzel (geçtiğimiz yıllarda) insan eşi ile birlikte, sobadan çıkan bir kıvılcım neticesinde evleri içerisinde yanarak can vermişlerdir. (Bence hak etmedikleri bir ölüm şeklidir. Çok ekmeklerini yemişimdir. Nur içerisinde yatsınlar.) Hemen onların evlerinin üzerinde beş gözlü taştan yapılmış bir pınar çeşmesidir. Bütün Beşkoz Mahallesi suyunu buradan alır. Pınara ulaşmak biraz yorucu olmaktadır. Pınarın hemen kuzey doğusunda şimdi yaylada market işletmeciliği yapan Usta ailesinin evi bulunmaktadır. Beşkoz’dan kuzeye doğru giden yol veya Demirışık yolu takip edildiğinde Mezargediği’de denilen Beşkoz Mezarlığı’na gelinir. Burada suyunu boruyla alan Beşkoz’dan küçük bir çeşme vardır. Bu Mezargediği mevkiinde eskiden kalıcı olarak Üseli Köyü’nden Kürt Ahmet (akrabamdır) ve dayımların yayla evi bulunmaktaydı. Diğer kısımlarda büyük boşluklar vardı ve bu boş alanlara genelde Kale Köyü halkı çatma (çadır) kurarak yaylacılık yaparlar ve sularını bu çeşmeden alırlardı. Mezargediği’nin üstünden dağın ardına doğru giden yol takip edildiğinde beş yüz metre kadar ilerde kesme taş ile yapılmış bir küçük pınar çeşmesi vardır ve pınarın hemen altında bahçe vardır.
   Yine Mezargediği’nden itibaren Demirışık yolu takip edildiğinde üç km kadar sonra sağda yoldan elli metre aşağıda büyük bir meşe ağacının altında Çataloluk denilen büyük kesme taşlarla yapılmış bir pınar çeşmesi vardır. Pınarın önünde iki oluğu ve bir sulama yalağı vardır. Pınarın hemen aşağısında bahçeler sulama suyunu buradan alır. Benim en sevdiğim yerlerden birisidir. Koca meşe ağacının gölgesinden yararlanabilirsiniz. Pınarın suyuna meyve, sebzelerinizi ve içeceklerinizi koyarak soğutabilirdiniz.
   Çataloluk’tan bir süre sonra Soğukpınar’a ulaşırsınız. Soğukpınar da soğukpınardı gerçekten yolun hemen sağında kayaların altından güçlü bir su çıkmaktaydı ve çok da soğuktu. Pınarın sol yanında biraz düz bir alanda küçük bir kahve vardı. Bu kahve bugünkü AVM’lerin anası gibiydi… Bir köşesinde bakkal, bir kısmında kasap ve diğer kalan kısım ise kahvehaneydi. Önündeki yeşil alana oturup köz ateşinde pişmiş çayınızı, nanenizi, kekiğinizi ve kahvenizi keyifle yudumlayabilir veya aç iseniz masalara geçerek kendin pişir usulü etinizi afiyetle yiyebilirdiniz. Pınardan çıkan su önünde uzanan bahçelere de hayat vermekteydi.
   Soğukpınar’dan ayrıldıktan beş yüz metre kadar sonra sola kuzeye doğru dağın eteklerine bir yol ayrılır. Bu yol oldukça bozuktu ve benim yine en sevdiğim yerlerden birisi olan Mihrican yaylasına gider. Yaylanın girişinde hemen sağda Çavaklıların bahçesi vardı. Bahçeyi geçtikten sonra yaylaya giriş yapıyorsunuz ve solda yanılmıyorsam Ersoyların olan büyük bir yayla evi vardı. Yayla sakini fazla olmayan sessiz, sakin tam kafa dinleyeceğiniz bir yayla idi. Sakinlerinin eğitim düzeylerinin yüksek olduğunu duymuştum.
Girişte yine harman yerine benzeyen yeşil bir alanda sakinler akşam üzerleri futbol ve voleybol oynuyorlardı. Yaylanın ortasında ulu bir çınar ağacının altında küçük sayılabilecek tek minareli kesme taştan yapılmış güzel bir camileri vardı. Caminin karşısında Turunçlu Köyü’nden kaportacı Muammer usta ve kayınları Mehmet Uysal (Şimdi emekli öğretmen), Durmuş Ali Uysal (Uzun bir süre Turunçlu Köyü Muhtarlığı yaptı. Bu kişiler ile sonraları iyi bir dostluğumuz oluşmuştur.) derme çatma bir kulübede ki etrafı taşlarla örülmüş, çatısı çinko kaplı, önünde birkaç masa oturabilecek yeri olan talfarlı bir yerdi. Ben hayatımda o kadar güzel çay ve nane’yi bir başka yerde içmedim. Sanıyorum meşe odununun közünde pişiriyordu. Aslında burada amaç para kazanmaktan çok dostluğu geliştirmek, insanları bir araya getirmek ve babalarının yaptığını sürdürebilmekti. Bu kulübemsi çay ocağı yıkılmaya yüz tutmuştu ve tehlike arz ediyordu. Sonraki yıllar yine caminin karşısında yakın bir yere briketten küçük bir kahvehane yaptılar. Yayla sakinleri kadınlı erkekli kahvede oturuyor ve sohbet edip oyunlar oynuyorlardı. Gelen yabancılara biraz şüpheli yaklaşıyorlar ve huzurlarının bozulmasını istemiyorlardı. Yaylanın içerisinden biraz dışarıya doğru çıkınca büyükçe bir kayanın arkasında betondan yapılmış bir çeşme depo pınar kaynağı yaylanın su ihtiyacını karşılıyor ve bahçelerinde sulanmasını sağlıyordu.
   Mihrican’dan tekrar Demirışık yoluna dönünce bu yoldan Demirışık, Çağlarca ve Sunturas yayla köylerine ulaşırdınız. Bu yayla köylerinin hepsi de bol suya sahiptir. Sunturas Şelalesi’nin methi artık tüm ülkeye yayılmıştır. Sunturas’ta en önemli özelliklerden birisi de orada bulunan su değirmenidir. Bu değirmen geçtiğimiz yıllara kadar çalışır vaziyette idi. Şimdi ise kapatılmış ve çürümeye, göçmeye terk edilmiştir. Benim hayatımda gördüğüm iki su değirmeninden birisidir. Birisi Bozön Deresi üzerinde Şakir’in (Şakir (Ağa) Son. Akrabalarımızdır) Şimdi göçmüş yok olmuştur. O değirmende çok un ve bulgur öğütmüştük. Bir diğeri de bu Sunturas’taki su değirmenidir. Bu bari yok olmasın gelecek nesillere bir kültür mirası olarak kalsın.
   İlginç olan; Arslanköy yolunun batısında kalan yaylalarda su sıkıntısı yaşanmazken doğusunda kalan yaylalarda su sıkıntıları yaşanmıştır.


                                            BÖLÜM 6

   Fındıkpınarı’na yolcu ve yük taşımacılığı iki otobüs, üç, dört minibüs ve kamyon, traktör gibi araçlarla yapılırdı. İki otobüs yaylanın yerli halkından olan Hacı Mehmet ve Parlak’a (merhum gerçek adını şimdi hatırlamıyorum) ait idiler. Bunların ikisi arasında olan dostluk, halk arasında ise bir rekabet vardı. Aslında halk arasındaki bu rekabet onlara da yansıyor ve hoşlarına da gitse de belli etmek istemiyorlar ama kıskıs gülüyorlardı. Parlakçılar, Hacı Mehmet’in otobüsüne binmez Parlak’ın otobüs seferini bekler, Hacı Mehmetçiler de Parlak’ın otobüsüne binmez Hacı Mehmet’in sırasını beklerlerdi. Hatta biz çocuklar arasında şöyle bir tekerleme de oluşmuştu: “Parlak Parlak parladı… Hacı Mehmet ağladı!” şeklinde tekerlemeyi bir slogan şeklinde sokak aralarında bağırarak söylerdik. Mezitlili Topuksuz Muzaffer Doğaner’in Orman İşletme Şefliği’nin çarşı yönündeki yolun hemen batı tarafında evinin arsasının en ön kesimini kendi aracına garaj olarak ayırmıştı ve kendisinin bir kırmızı Chovrelet marka güzel bir kamyoneti vardı. Biz çocuklar olarak o garajın duvarının üzerine oturur ve heyecanla hangisinin önce geleceği konusunda kendimiz arasında iddiaya girerdik (Hâlbuki sırayla kalkarlardı). Kimin tuttuğu otobüs önce gelirse o sevinir diğerleri üzülürdü.  Otobüsler yanımızdan geçerken tezahüratta bulunur onlarda kornaları ile bizi selamlarlardı. O dönem otobüsleri Magirus-Dutz ve Mercedes idi. Birde dolmuşçular vardı. Bunlar yerli halktan değil yaylacılardan şehrin değişik hatlarında çalışan dolmuşçulardı. Dolmuşlarda Mercury, Thames gibi dolmuşlardı. Özellikle otobüsler yayla yolunda çeşitli defalar kaza yapmışlardır. Dolmuşlar daha çabuk dolduğu için acelesi olan dolmuşları tercih ederdi. Otobüsler; sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç sefer yaparlardı. Hem otobüslerin hem de minibüslerin tavan kısımlarında demirden yapılmış bagaj bulunur ve buraya merdivenle tırmanırlardı. Burada her türlü yük taşınırdı. Tepeköy’e sefer yapan bir otobüs de vardı ve buna Tepeköy postası denirdi. Bir gün otobüs çok dolmuş ve üst bagaja da yolcu almış (Bunu hepsi de sık sık yapardı.) üstlerine de brandayı çekmiş. Yolda bir trafik kontrolünde polis: “yukarıda ne var?” diye sorduğunda, Şoför: “davar var” cevabını vermiş. Meraklanan polis bagaja tırmanmış ve brandayı kaldırdığında şaşırarak “Siz davar mısınız?” diye sorunca kimseden cevap alamamış. Bagaj merdiveninden inen polisin şoföre “Bunlar gerçekten davarmış, gidebilirsin” dediği yıllarca anlatılıp gülüşülürdü. Dediğim gibi her türlü yük bu araçlarla taşınır ve yaylaya ulaştırılırdı. Bizim çardağı çaktırırken babam kereste ve çinkonun hepsini bu şekilde taşıtmıştı. Sadece çakıl ve kumu kamyonla getirtmiş onu da anayolun kenarına döktürtmüştü.
   Eskiden insanlar günümüz koşulları kadar refah seviyesine sahip olmadıkları için, bugünkü modern ev alet, edevatına da sahip değildi. Neredeyse bir lokma bir hırka zihniyetine sahip bir yaşam tarzı vardı. Seyilde (Sahil) hangi eşyaları kullanıyorlarsa yaylada da o eşyaları kullanıyorlardı. O nedenle yaylada eşya bırakılmaz seyile indirilirdi. Yatak yorgan, yastık, kırlent gibi eşyalar bir kilim içene konur ve dört tarafından örtülerek yine bir urganla dört tarafından sarılıp bağlanarak mağraç (denk) yapılırdı. Diğer eşyalarda birbirlerinin içerisine yerleştirilerek en az yer kaplayacak hale getirilirdi.
   Bu şekilde yaylaya taşınan eşyalar hamallar (eşekçiler) vasıtası ile yaylanın en dik rampalı dar yollarında hem hamalın hem de eşeğinin vasıtası ile taşınırdı. Yaylaya yoğun göçün olduğu günlerde boş eşekçi bulmakta zorlanırdınız. Büyük eşyaları eşeğe yükleyen hamal kendisi de daha küçük parçaları taşırdı. Hatırladığım kadarı ile bu işi yapan beş, altı hamal olurdu ve bunlar yaylanın yerli halkından idi. Eşekleri genelde uzun bacaklı güçlü eşeklerdi. Bazılarında Kıbrıs eşeği denilen güçlü eşekler vardı. Birkaç tane de katır olduğunu hatırlıyorum. Hiç at kullanmazlardı. Bu hamallar garajın bir alt kısmında pazar olarak kullanılan yerin hemen yanına eşeklerini bağlarlardı. Burası birde pazarcıların eşeklerinin gelmesi ile adeta eşek oto pazarına dönüşürdü. Bazen eşekler birbirleri ile kavga ederler ve yularlarından boşanıp veya iplerini koparıp çarşıdan aşağıya dereye doğru kaçarlardı. Eşeklerin kavgasını pazara gelmiş olanlar gülerek izler, eşek sahipleri ise eşeklerini aralamaya çalışırlardı. İşte bu eşek otoparkının civarında hamalları bulup eşyalarınızı götürmeyi isterdiniz. Kum çakıl gibi malzemeleri eşeğin heybesine ve çuvallara doldurarak taşırlardı. Eşekçiler arasında da tatlı bir rekabet vardı. Ellerindeki işleri bitirip bir sonraki işi kapmak için canları çıkarcasına çalışırlardı. Bazen müşteri kapmak için birbirleri ile atıştıkları bile olurdu.

                                            BÖLÜM 7

   Yayladaki günlük yaşam aslında seyildeki yaşamdan özellikle kadınlar açısından çok farklı değildi. Hatta daha da zor olduğu söylenebilirdi. Çünkü elektrik yoktu ve seyilde kullandığınız ev aletlerini buraya taşıma imkânınızda yoktu. Elektriğin vali Tevfik Sırrı Gür zamanında dereye kurulan bir tribün ile sağlandığı ve yaylaya verildiği birçok kaynakta yazılmasına rağmen ben yetmişlerin ortasına kadar elektriğin yaylada olduğunu görmedim ama orman dairesine Hayrullah amcalara misafirliğe gittiğimizde (Hayrullah amca babamın yakın arkadaşı, abimin kirvesi ve dairenin şefiydi.) orda yuvarlak bir ampulün yandığını biliyorum. Gerçi ampul de yansam mı, yanmasam mı kararsızlığı içerisinde cılız bir ışık saçıyordu… Bu yüzden Emel yenge lüks lambasını yakıyordu. Bu elektriğin jeneratör aracılığı ile mi yoksa tribünün sağladığı bir enerji ile mi elde edildiğini bilmiyorum. O dönem de jandarma karakolunda da elektrik olduğunu sanıyorum ama başka hiçbir yerde yoktu. Yine başka yerde olmayan telefon bu iki yerde doğal olarak bulunuyordu. Sinemanın hemen yanından akıp gitmekte olan dere üzerinde beton bir bent bulunuyordu. Sanırım tribün oraya kurulmuş olmalıydı. Evler süpürge ile süpürülür. Çamaşırlar elde ve leğen içerisinde yıkanırdı. Yine bulaşıklar yerde veya derme çatma yapılmış bir tahta bulaşıklıkta ya da çeşmelerin önündeki havuzlarda yıkanırdı. Evlerde kullanılan en lüks mobilyalar tahta masa ve sandalyelerdi. Genellikle evlerin balkonlarına tahta sedirler (divan) çakılır ve bunların üzerine döşek atılır, arkaya da hasır yastıklar konurdu. Yataklar genelde yer döşeği şeklinde idi… Geceleri açılan yataklar gündüz toplanır ve yüklüğe yerleştirilirdi. Banyolar genelde evin alt kısmında tahtalarla veya briketten yapılırdı. Tuvaletler genelde evlerin birkaç metre uzağına yapılır ve fosseptik çukurundan oluşurdu. Yemekler günlük tüketilmek zorundaydı… Yine de artan yemekler üzeri kapatılarak haşereden korumak için tel dolabına konurdu. Etler, kasap bol olduğu için günlük ihtiyaç kadar alınır veya kavrularak tel dolabına konurdu. (Tel dolabı, dört tarafı sineklik teli ile kaplanmış, ahşap, ön tarafı kapaklı dolaplardı ve genelde duvara asılarak kullanılırdı.) Ütü ise kömürlü ütü dediğimiz içerisine kömür ve köz parçaları konarak ısıtılan ütü ile yapılırdı. Yemek pişirmede gaz ocağı, (Bugünkü küçük tüplere takılan ocağa benzetebilirsiniz. Gaz haznesine gazyağı konulur ve bu gazyağı pompalanarak üsteki haznesine gelmesi sağlanır ve oradan yakılırdı.) tüplü ocaklar ki o zaman çok kişide bulunmaz ve tüp bittiğinde Mersin’den aldırmak veya getirmek zorundaydınız. Ya da bahçenin bir köşesine kurulan ocaklıklarda odun ateşinde pişirilirdi. Yemeğin alası yaylada yenirdi. Sıcakta yiyemediğiniz yağlı yemeklerin her türlüsünü yaylanın serinliğinde yiyebilirdiniz. Sıklıkla mangallar yakılır ve ızgara çeşitleri yapılırdı. Bizim Urfalı bir komşumuz vardı… Hemen doğu tarafımızda bulunan çardağı kiralamışlardı ve yıllarca komşuluğumuzu yaptılar, çocukları çocukluk arkadaşımız oldular. Baba ve büyük oğlu berber idiler. Babaları her gün; abartısız her gün Urfa’nın meşhur cartlak kebabını yapardı. Bu kebapta şişe bir tike et veya kıyma sonra patlıcan şeklinde saplanırdı ve akşamları bunları yanına salatalarını yapar ve yerlerdi.  Babam rahmetlide sever ve haftada en az iki gün yapardı. Bugün unutulmuş olan Mersin kebabı da mutlaka ızgara menüsü arasında yer alırdı. (Mersin kebabı; el kıyması, soğan ve maydanozun karıştırılması ve şişe saplanması ile yapılırdı. Bence bu yöresel yemeğimiz birileri tarafından yaşatılmalı). Pişirim fırınlarının bol olması nedeni ile lahmacun yaptırılır, tavalar attırılırdı. (Tavalar genellikle bol parça etin içerisine; patates, soğan, sarımsak, biber, patlıcan doğranarak yapılan sebzeli tava veya sadece et parçalarından oluşan kuru tava şeklinde olurdu. Ahhhhh! Anlatırken ağzımın suyunun aktığını hissedebiliyorum. Alkol tüketenlerin en önemli yemekleri idi et yemekleri. Yapılan yemekler mutlaka komşulara da ikram edilirdi. Gelen tabak boş gönderilmez ve komşuya sizin yaptığınız yemeklerden konularak gönderilirdi. Bazen bu her gün yapıldığında çok sıkıcı ve sizi çok zor duruma düşürücü de olabiliyordu. Ama şu komşuluk ilişkilerine bakar mısınız, ailenizde bile bu ilişkileri bulamazdınız. Şimdi ölseniz duyanınız olmaz! Kısır ve batırık ara öğün olarak ve komşu toplantılarının vazgeçilmezi idi. Batırık; yöremize özgü olan bulgurun, domates, tahin, salatalık ve çeşitli baharatlarla hazırlanmış sulu şeklidir. Soğuk yenirse çok güzel olur. Ekmekler bütün fırınların taş fırın olması nedeni ile somun, pide (Hele bol küncülüsü), lavaş şeklinde sıcak sıcak alınır ve tüketilirdi. Bazı aileler sac ekmeği de atmakta idiler. Annemin içli köftesi aile ve yakın çevre arasında çok meşhur idi. Mersin’de sıcak yaz günlerinde pek yenmeyeceği için yaylaya bize gelirler ve anneme içli köfte hazırlatırlardı. Annem yağlı kuzu kıymayı kavurur, içine soğan ve maydanoz doğrar, tuz ve karabiber eklerdi. Kıymanın donması için tencereyi yaylanın soğuk suyu içerisine koyarak dondururdu. Dışın hazırlarken ince köftelik bulgurun içerisine önceden et tokmağı (Biraz büyükçe balyoza benzer bir tahta tokmak) ile yağsız dana etini iyice döverek sinirlerinden arındırırdı. (Dışın daha iyi tutması için yapardı, ayrıca dışta etli olurdu.) Bunu da bulgurun içerisine katar, birazda un ilave ederek suyla bulguru yoğururdu. Sonrasında eliyle açtığı bulgurun içerisine donmuş olan içten kaşıkla alarak bolca doldurur ve bulguru elinin içinde disk haline dönüştürürdü.  Hazırlamış olduğu köfteler tencerede kaynamış olan suyun içerisine bırakılırdı. Köfte kaynadıkça suyun yüzüne çıkmaya başlar ve bu piştiğini gösterir. Pişen köfteler tencereden alınır ve tabaklarda aç kurtların (bizim) önüne salınırdı. Bence köfte elinizle bir parça ekmeğin içerisine alınır (Bizde böyle yenir!) üst kısmından bir ısırık alınarak göz açılır. Sonra isteğinize bağlı olarak bir iki damla limon sıkılarak köfte içi bol yağlı olduğu için köftenin yağı somurulur, burada dudaklarınızın yan kıvrımlarından yağ aşağıya süzülecek (ağzınızın suyu akar gibi oldu değil mi? O zaman bir zahmet siliverin) sonrasında köftenizi ısırarak ve tadını alarak yersiniz. Çatalla, bıçakla köfte yiyen bizde ayıplanır. Yanında turşu, yeşilbiber, domates, turp yiyebilirsiniz. Yanına el yapımı köpüklü soğuk ayranı ihmal etmeyin. Bu şekilde yemeyenler bence denesin tadının nasıl değiştiğini fark edeceksiniz. Bununla ilgili bir anımı ekleyeyim… Eşim Mersin Üniversitesi Jeoloji Bölümünde yüksek lisansını yaparken orada gelenekselleşmiş bir uygulama olarak her ay bir kişi bölümdekilere yemek hazırlayıp sunuyormuş. Bende eşimle değişiklik olsun diye anneme içli köfte hazırlattık ve ocağımızı, tenceremizi, açık ekmeğimizi, limon, yeşillik vb. malzemeler ve ayranımızı alarak okula götürdük. Köfteler pişip servis ettiğimizde baktım herkes çatala, bıçağa davranıyor… Onları uyardım; “bizim köftelerimizi bu şekilde yiyemezsiniz, şu şekilde yemelisiniz” dedim ve onlarda tarif ettiğim şekilde yediler. O köfteleri yerken ki yüzlerinde oluşan zevk ifadesini tarif edemem… ( O zamanlar cep telefonları yaygın değildi ki fotoğraflarını çekelim.) Yemekten sonra hepsinin dediği şu oldu: “Biz hayatımızda böyle lezzetli bir içli köfte yemedik!” Hoş bir daha ne onlar ne de biz yiyebileceğiz. Annem yaşlandı ve artık ellerini o maharette kullanamıyor. Geçen ramazan bayramında lafını ettim… “Oğlum artık köftenin dışı elime yapışıyor, elim sıcak geliyor, yapamıyorum” dedi.
   Tabi bunların yanında herkes günlük yaptığı yemekleri de yapmaktaydı.


                                            BÖLÜM 8

               
   Yaylaya çıkılmadan önce mutlaka kıyafet alışverişi yapılır, elinden gelenler yeni kıyafetler dikerdi. Yaylada herkes bir şıklık yarışı içerisinde olurdu. Günlük giyimde de yayla için alınmış kıyafetler giyilirken… Komşu gezmelerinde, özellikle çarşıya alışverişe gidilirken, akşamüzerleri Fetilli veya Akarca Güzlesi’ne doğru anayol kenarından yapılan yol boyu yürüyüşlerinde hem bayanlar hem de erkekler şıklık yarışı içerisinde olurlardı.
   Yol boyu yürüyüşleri yaylanın en güzel eğlencelerinden birisiydi. Akşamüzerleri hava serinleyince özellikle genç kız ve erkekler yol boyuna gezmeye çıkarlardı. Aslında bir tür kendini gösterme yöntemiydi. Birçok kız ve erkek birbirini bu şekilde tanımış olurdu. Bazı densiz erkekler kızları rahatsız etmekten geri durmazlardı… Bunlar laf atma, rahatsız edici bakışlar ve beden hareketleri şeklinde olurdu. Demek ki o dönemin öküzlerinin iletişim yolu buydu. Bu sözlü ve hareket şeklindeki tacizlerin bir kısmı kavgalara yol açardı. Yürüyüşe çıkarken ya çarşıdan ya da sinemanın önünden kuruyemiş alınırdı ve yürürken yenilirdi.
    Yaylanın en eğlenceli yerlerinden birisi olan yazlık sinemasıydı. Sinema çarşıya giden yolda köprüye gelmeden solda idi. Elektrik olmadığı için sinemanın elektrik üreten, jeneratör görevi gören bir su motoru vardı ve bunun ürettiği elektrik ile sinema aydınlatılır ve filmler oynatılırdı. Sinema üç bölümden oluşmuştu… Girişte hemen sağda önü briket bir duvarla çevrilmiş kısım ailelere ayrılmıştı. Sanıyorum bu bölüm elli kişi kadar alıyordu. Soldaki kısım ise en fazla seyirci alan kısımdı ve bekâr erkeklere ait olan bölümdü… Yüz elli kadar seyirci aldığını sanıyorum. Bu kısımların arasından geçerek birkaç basamak inerek havuz başına varıyordunuz. Havuz yuvarlak olarak yapılmış ve fıskiyesi vardı. Havuzun içerisinde satmak için konulmuş gazoz, ayran, limonata gibi içecekler vardı. Bu kısımda birkaç masa konulmuştu… Aile veya bekâr kim önce gelirse buraya oturabilirdi. Önce bir aile gelmişse buraya bekârlar oturtulmazdı. Buradan filmleri biraz aşağıdan izlerdiniz. Tuvaletlerde bu kısımda idi. Sinemada tahta sandalyeler kullanılıyordu ve sandalyeler arkalarından uzun kalaslarla birbirine çivilenmişti. Sinemanın girişinde bilet kesiliyor, kuruyemiş de girişte satılıyordu. Sonraki yıllarda sinemacının torunu Sinan ile arkadaş olmuştuk… Bize bilet kesmez olmuştu. Birçok insan sinemayla belki de burada tanışmıştı. Bir gün amcam çobanlarını sinemaya getirmişti ve kovboy filmi oynuyordu. Atların koşarak geldiği bir sahnede kendisini atlar üzerime geliyor diye korkuyla geriye attığını hala gülerek anımsarım.
   Yaylanın birde Türk hamamı vardı… Sanırım Nusayri bir yaşlı amca işletiyordu. Kubbeli ve kubbesinde camlı dairesel küçük pencereleri vardı. İçeride kapıları eskimiş soyunma kabinleri ve tuvalet bulunuyordu. Bu kısmı geçince hamamın içine giriyordunuz. Ortada göbek taşı kenarlarda kurnalar ve su yalakları ile hamam tasları bulunuyordu. Göbek taşına yatıp iyice terledikten sonra bir yakınınıza kendinizi keseletiyordunuz. Hamamda tellak bulunmuyordu. Hamam sabahtan öğleye kadar kadınlara, öğleden sonra ise erkeklere hizmet ediyordu. Başlangıçta annem ile birlikte hamama gidiyorduk. Annem bizi hemen temizleyip eve gönderiyordu. Sanırım ilkokul ikinci sınıfa kadar hamama annemle birlikte gittim. Zaten minyon tipli olduğum için galiba yaşımı da göstermiyordum… Hoş hala göstermiyorum ya . Bir süre sonra diğer bayanlar anneme; “babasını da getirseydin ya!” diye söylenmeye başladılar. Bu gibi birkaç sözlü tacizden sonra annem beni bir daha götürmedi. Benim Türk hamamı sevgimi de bu bayanlar yok etmiş oldular. O tarihten bu yana çok değil iki-üç defa hamama gitmişimdir. Hâlbuki göğüslerinin üstüne kadar peştamalı sarıyorlardı. Elbiseyle girseler bundan farklı olmazdı. Bizim gördüğümüz bir şey mi vardı ki!... Belki de ben ordayım diye böyle davranıyorlar, annem beni yıkayıp gönderdikten sonra hamam sefası yapıyordu hainler!  Hamam temizliğini annem babama devretti ve öğleden sonra babamla gitmeye başladım. O ne öyle ya! Kadınlardan sonra çekilmez bir görüntü vardı. Peştamalı beline kadar sarmış kıllı kıllı yaratıklar, keselenirken veya su dökünürken pervasızca davranıyorlardı. Ayrıca kadınlarda feryat figan, gürültü varken bunlarda ölüm sessizliği vardı. Birkaç sefer babamla gittikten sonra ben artık hamama tüm ısrarlara rağmen gitmez oldum ve banyomu evde yapmayı tercih ettim. Ah, kadınlar ah! Ne vardı hiç olmazsa üniversiteye kadar hamama annemle gitmeme izin verselerdi.
   Bu hamam önceki yıllara kadar hizmet veriyordu. Nedense sonrasında kapatıldı. Düşünün hiçbir yaylada veya beldede olmayan Fındıkpınarı’nda vardı. Bu hamamın yerel yönetimce tekrar restore edilerek hizmete sokulmasında bence en azından nostaljik (özlemli) ve kültürel açıdan fayda var.
   Fındıkpınarı’nda beş altı tane kasap vardı. Bunlardan bir tanesi Beşkoz’da idi. Kasaplar kendi yetiştirdikleri hayvanlarını veya satın aldıkları hayvanları dükkânlarının arka kısmında kapalı bölümde keserlerdi. Çarşının kuzeyinden gelen kanalın içerisine de hayvandan çıkan kan ve pislikler dökülürdü. Kestikleri hayvanları dükkânın önünde bulunan kancalara takarak sergilerler ve müşterinin isteğine göre parçalarlardı. Genelde yaylada köylü kesimi olduğu için davar kesimi daha çok olurdu… Çünkü bizim Mersin köylüleri yağsız olduğu için davar etini tercih ederlerdi. Şehirden gelenler ise kuzu etini tercih ederlerdi. Onlar içinde kuzu kesilirdi. Dana gibi büyükbaş hayvanlara pek rağbet olmadığı halde büyükbaş hayvanda az da olsa kesilirdi. Eskiden etin bir lezzeti olurdu… Çünkü hayvanlar yayılım hayvanı idiler besili ve hormonlu değil. Geçtiğimiz yıllarda kasap Erşen’in aç gözlülüğü nedeni ile kaçak at ve eşek etini sattığı tespit edilince ve bu birkaç kez olunca insanlar etlerini haklı olarak şehirden götürmeye başladılar ve kasapların sayısı iyice azaldı.

                                            BÖLÜM 9

   Fındıkpınarı’nda biri karakol karşısında, biri kasapların üstünde, biri tekel büfesinin yanında yerde, biri otelin altında, biri garajdan dereye inen yol kavşağında Şıkır’ın kahvesi, birisi garajın girişinde sağda, üçü de karşıda Beşkoz, bir tanede Akarca Güzlesin’de olmak üzere on bir tane kahvehane vardı. Bu kahvehaneler erkeklere özeldi ve hala da öyle devam etmektedir. Aslında kahvehanelere kadınların gelmelerine kimse ses etmez ve gelseler bence kahvehanelere bir güzellikte gelmiş olur. Bir yayla için bu sayıda kahvehane olması çok görülebilir. Pazartesi günü kahvehaneler tenha olur, sohbet edecek adam bulamazsınız. Çünkü evin erkekleri haftanın ilk günü ihtiyaçların karşılanması, şehirdeki işlerin halledilmesi için, köylüler ise ilaveten bahçe ve köy işleri için şehre inerlerdi. Salı günleri kahveye gelen kişilerin sayısı biraz daha artar ve bu artış hava sonuna kadar devam eder, Pazar günü ise günübirlik şehirden kaçıp gelen ziyaretçilerle kahvehanelerde oturacak yer bulamazdınız. Her kahvehanenin içerisinde zorunluymuş gibi bir berber olurdu. Kahvehanelerin ortasında bulunan ve sürekli suyu akan havuzda ise ayran, gazlı içecekler, limonata bulunur ve bunlar müşterinin isteğine göre soğuk ikram edilirdi. Kahvehanelerde çay ve kahvenin yanında sıcak içecek olarak nane ve kekik de satılırdı. Süzme yoğurttan yapılan köpüklü soğuk ayranın hele yanında sıcak bir simit de olursa tadına doyum olmazdı. Yine sıcak nane suyu en rağbet gören içecekler arasındaydı. Kahvelerin kış günleri için yapmış oldukları kapalı bölümleri de olur ve buraya oturanlar genelde paralı kumar oynarlardı. Yetmişlerin sonuna doğru Bayram Ali ve Bilal Yılmaz kardeşler garajın girişinde bulunan kahvenin (Hissedardılar) garaj yönünde büyük bir kahvehane yaptırdılar. Birkaç yıl kendileri işlettikten sonra kiraya verdiler. Veli (Sonrasında kasaplıkta yaptı) kahveyi kiralayarak 30 Ağustos eğlenceleri vasıtası ile ağustos aylarında tombala oynatmaya başladı. Tombalada; büyük rakı, küçük rakı ve şarap çekilişleri yapıyordu ama isteyen ödül yerine parasını alabiliyordu. Birkaç defa bende oynadım ve o günün parası ile çok kazandım. Ama baktım bağımlılık yapacak bir daha oyunlara katılmadım. Ben kahve oyunlarını oldum olası pek sevmedim, halada sevmem genelde yol kenarına bakan kısma birkaç arkadaşla oturur, hem sohbet eder hem de çarşıdaki hareketliliği gözlemleyerek vaktimizi geçirirdik. Burada gazetelerimizi de okurduk. Bir ara jandarmanın yerine il halk kütüphanesinin geçici bir şubesi açılmıştı. Bende karşısındaki kahveyi sevdiğimiz bir köylümüz, abimiz işlettiği için oraya takılıyordum ve bu kütüphaneden kitaplar almaya başladım. Bazen orada otururken günde iki kitap alıp okuduğum oluyordu. Kütüphaneci bayan ben kitap değiştirmeye gittiğimde hem şaşırıyor hem de içten içe sevindiğini görebiliyordum. Çünkü kütüphaneye çok fazla ilgi yoktu. Benim görebildiğim kadarı ile her gün yedi sekiz kişi kitap almaya veya değiştirmeye geliyorlardı. Velhasıl o yıl bayağı bir kültür birikimi depolamış olduk. Aslında kahveler biraz gruplara ayrılmış gibi idi. Otelin altına cami cemaati, Şıkır’ın kahvesine yaşlı gurubu, kasapların üzerindekine Mezitliler, Beşkoz tarafındakine ise çarşıya yürümek istemeyen veya yürüyemeyen yaşlılar grubu takılırdı. Kahvelerde okey, domino, tavla ve kağıt oyunları oynanırdı. Kahvede oturanlar acıktıklarında ya tava attırırlar, ya simitle geçiştirirler, yada lokantaya giderek yemeklerini yerlerdi. Pek evlerine yemeğe giden olmazdı. Tava attırıp kahvenin iç kısmında yanında rakıda içerlerdi.
   Yaylada yine birçok yaylada olmayan dönemi içerisinde güzel olan bir otel bulunuyordu. Bu otelin altında kahve ve fırın bulunuyordu. Yayladan ev kiralamak ve eşya taşımak istemeyen, mali durumları daha iyi olan ailelere birkaç günlüğüne veya uzun bir süreliğine bu otelde kalıyorlardı. Otel taştan yapılmış, caminin bitişiğinde ve çarşıya üsten bakan bir konumdaydı. Yanılmıyorsam on bir odası, ortak kullanılan tuvalet ve banyosu vardı. Halen kullanıma devam etmektedir.
   Yaylada fırınların hepsi taş fırın şeklindeydi. Pişirimde yaparlar… Fırınların içi lahmacun ve tavalarla dolardı. Çarşı içinde biri jandarmanın karşısında, biri kasapların yanında, biri otelin altında, biri onun karşısında, biri çarşıya girişte, ikisi Beşkoz’da karşılıklı olmak üzere, biride köprübaşında orman dairesine çıkan yolun solunda olmak üzere sekiz tane fırın vardı. Hepsi de gayet güzel çalışırdı. Sabahları ve ramazanda küncülü pide, öğlenleri ve akşamları da somun çıkarırlardı. İstek üzerine lavaş ekmek de yaparlardı.
   Lokanta olarak önce yıllarca jandarmanın karşısında, şimdi ise çarşıya girişte solda lokantacılık yapan Cıncık’ın lokantası vardı. Cıncık aynı zamanda yıllarca köy muhtarlığı da yapmış, yaylaya büyük emeği geçen bir insandı. Lokantasında her türlü sulu yemeğin yanında ızgara ve tava çeşitleri de bulunurdu. Lokanta içkili idi. Ben Cıncık’ın en çok et haşlama ve pilavını severdim. Halada öyledir, şiddetle tavsiye ederim. Bazen kendimiz sade parça et, soğan, sarımsaktan oluşan adına kuru tava dediğimiz tavayı hazırlar, fırına verirdik. Fırından aldığımız tava ile Cıncık’ın lokantasına gider, onun hazırladığı salata ile içkilerimizi yudumlardık. Sonrasında birçok lokanta açıldı ama Cıncık karşısında dayanamadılar. Buna ilaveten bir veya iki ciğer, kebap dürümcüsü de hizmet verirdi.
   Tatlıcı olarak çarşının içinde, otelin karşısında bir seyyar tatlıcı olurdu. Bu tatlıcı Nusayri amcalardan birisi idi yıllarca hizmet verdi ve ondan tatlıcılığı öğrenen yerlilerden birisi şimdi bu hizmeti vermektedir. O zaman halka tatlısı, tulumba tatlısı, şam tatlı, börek tatlı çeşitleri olurdu. Şimdilerde pastane şeklinde birkaç tatlı salonu açılmaktadır.
   Bakkal ve manavlar o dönemde her iki hizmeti de vermekteydiler. Yine çarşı içerisinde ikisi kasapların yanında, birisi karşılarında, birisi çarşı girişinde, birisi Şıkır’ın kahvehanesi altında İbili Hasan, ikisi de Beşkoz tarafında olmak üzere yedi tane bakkal manav vardı.


                                            BÖLÜM 10


   Yaylada birde gazete ve tekel bayii vardı. Yani tekel bayii aynı zamanda gazete de satıyordu. Gazeteler otobüs veya minibüsler ile geliyor, en erken gazetenin gelişi öğleyi buluyordu. Bazen gazetelerin bir gün sonrasını bulduğu da oluyordu. Gazeteler geldiği anda bitiyordu. Onun için insanların gözü kahvede otururken aynı zamanda gazetelerin gelip gelmemesindeydi. İlginç şekilde her türlü gazete aynı zamanda tükeniyordu. O dönemler; Hürriyet, Milliyet, Günaydın ve Cumhuriyet gazeteleri en çok satan gazetelerdi. Gazetelerin yanı sıra Gırgır, Fırt gibi o dönemler dünyanın en çok satan mizah dergileri, Zagor, Teks, Teksas, Tommiks, Kaptan Swing, Beyaz fotoromanlar vb. çizgi karakter dergilerde çok satıyordu.
   Yaylada elektriğin olmadığı dönemlerde aydınlatma araçları olarak; mum, gemici feneri, gaz lambası ve lüks lambaları kullanılıyordu. Gemici feneri; camının etrafı çapraz olarak telle çevrili bir lamba türü idi. Tel bir kulpu vardı ve bu tel kulp yukarıya kaldırılarak elde taşınabiliyordu. Gazyağı ile yanan fitilli bir lambaydı. Cam alttan bir tele bastırılınca yukarıya doğru kayıyor ve camın altından ortasında bulunan fitil kibrit ile tutuşturuluyordu. Kapalı, kolay taşınıyor olması ve en önemlisi rüzgârdan sönmemesi nedeni ile gemici lambası olarak adlandırılır. Düz bir yere konularak veya kulpundan asılarak kullanılırdı. Gaz lambası ise gazyağının konulacağı cam bir haznesi olan, bu haznenin üzerine yivli olarak takılan ortası fitilli ve fitili aşağı yukarı kaydıran bir çarkı bulunan mekanizması vardı. Bu mekanizmanın üzerine altı yuvarlak, üstü silindir bir boruya benzer camı vardı. Bu camın arkasında metal bir siperliği bulunurdu. Gaz lambası da düz bir yere konarak veya metal siperliğin üzerindeki telden asılarak kullanılırdı. Rüzgârlı havalara gaz lambası uygun değildi. Camının üzerinden alacağı bir rüzgârla sönebilirdi. Gaz lambası camın üstünden üfleyerek, gemici lambası ise camın yukarıya kaydırılmasıyla ortaya çıkan boşluktan üfleyerek söndürülürdü. Hem gemici hem de gaz lambasından daha fazla ışık almak için fitil yukarıya daha az ışık içinse fitil aşağıya kaydırılırdı. Bu lambaların içerisinde en fazla ışık saçan ise lüks lambaları idi. O dönemlerde pahalı olması nedeni ile alımı lüks sayıldığından adı lüks lambası olmuştur. Gerçekten de yaylada çok az kişide vardı. Bunlardan biride biz idik ve o dönem şanslı sayılabilirdik. Lüks lambası diğer lambalara daha büyük ve silindirik bir yapıya sahipti. Altta metal bir gaz yağı haznesi bulunuyordu. Üstünde ise dört tane saplamalı mil arasında silindirik bir camı bulunuyordu. Camın içerisinde kenardan gelen ve ortaya doğru eğilen bir ince gaz borusu vardı. Bu borunun ucunda beş cm çapında yuvarlak bir metal bulunuyordu. Bu metala tülden yapılmış gibi bir kese üzerinde bulunan iple bağlanıyordu. Bu keseye gömlek adı veriliyordu. Gömleğin altına doğru on-on beş cm altta ispirto haznesi bulunuyordu. En üste ise lüksün tepeliği bulunuyordu. Bu tepelik alt gaz haznesinden çıkan millere bağlanıyordu. Cam değişiminde veya camı çıkarılıp gömlek değiştirileceğinde bu tepelik çıkarılıyordu. Lüks lambaları, gaz ocakları gibi gazın pompalanarak sıkıştırılması ve yukarıya verilmesi ile çalışıyordu. Bu nedenle gaz haznesi üzerinde pompalama görevi gören bir mil bulunuyordu. Lamba yakılacağı zaman gaz deposunun üzerinde camın altında bulunan bir delikten ispirto haznesine ispirtoluk vasıtası ile ispirto konur, bu ispirto kibrit ile tutuşturulurdu. Gömleğin biraz yanması beklenir ve ondan sonra lamba pompalanır ortalığı bir aydınlık kaplardı. Lamba söndürüleceği zaman ise içerideki sıkışmış gazın havasını alan kelebek türü bir cıvata gevşetilirdi. Bu lüks lambaların metal bir kulpu vardı, bu kulptan tutarak lüks taşınır veya bir yere asılırdı. Düz bir zemin üzerine de koyabilirdiniz. Işık zayıfladığı anda pompalama yapılırdı. Lüksün gömlekleri yandığı için taşırken gömleğin düşmemesine dikkat etmek gerekirdi. Gömlek düşerse yenisi ile değiştirmek gerekirdi. Bu lambaların bazen keçeleri ölür, gaz yolları tıkanırdı. Lükslerin ve gaz ocaklarının tamirini merhum tüfekçi Naci usta yapardı. Naci ustanın orman dairesinin çarşı tarafındaki yolunun köşesinde bir kişinin zorlukla sığacağı bir kulübesi vardı. Sonra bu kulübesini yolun altına Kuyuluklu Yağcıların garajının köşesine taşıdı. Naci Usta orta boylu sarışın, biraz kilolu hoşsohbet bir insandı. Kendi silahını üretebilecek ustalıkta idi. Aynı zamanda iyi bir avcı idi. Naci ustanın dükkânına birçok av tüfeği de tamir amaçlı getirilirdi. Bazen işini yaparken bizimle sohbet eder bazen de bizi (demek ki oynarken biraz rahatsız edip dikkatini mi dağıtıyorduk bilmem) azarlar ve uzakta oynamamızı isterdi. Naci usta bir yandan işini titizlikle yaparken bir yandan da ufak ufak demlenirdi. Sanıyorum kendisi muhacir (göçmen) idi. Babamda iyi bir avcı olduğu için birlikte avlandıklarından dolayı tüfekler, av köpekleri, yaptıkları avlar ve avcı hikâyeleri üzerine sohbetler ederlerdi. Daha sonra bu işi babasından öğrenen Hüseyin devraldı. Bende Hüseyin’e tüfeğimin bakımlarını yaptırmışımdır. Mersin’de yeni adliye binasının güneyinde bulunan hırdavatçıların olduğu yerdeki küçük pasajın içerisinde dükkânları vardı. Birkaç yıl önce Hüseyin’de genç yaşta hayatını kaybetti. 
   Fındıkpınarı’nın en eğlenceli mekânlarından birisi de Abdülrezzak amcanın işlettiği bilardo ve cincan (langırt) salonuydu. Bu mekân orman dairesinin çarşı yönündeki yolunu geçince sağda, bıçakçı Mahmut’un bitişiğinde idi. Barakadan bozma bir yer idi. Daha sonra oraya arsa sahibi altında üç dört dükkân olacak şekilde bir yer yaptı ve Abdülrezzak amca bu dükkânların üzerine mekânını kurdu. Abdülrezzak amca yaşlı yüzü kırış kırış, esmer, uzun boylu ve dinç bir ihtiyardı. Aslında yaylada iki-üç evi vardı. Bunlardan birisinde kendisi oturur. Diğerlerini bazen kiraya verir, bazen de boş tutardı. Aslında evlerin bakımsız olduğunu ve çürüyen yerlerin üzerine teneke, çinko ve tahta parçaları çakardı. Kendisi Nusayri idi. Halluş veya Alluş adında çağırdıkları genç, sarışın, iri yapılı bir oğlu vardı. Alluş’da zekâ yetersizliği vardı fakat her işini yapabilen, kendine verilen görevleri yerine getiren, öz bakımını çok iyi yapan birisiydi. Sıklıkla Mersin’de Küçük Hamam sokağında görürdüm ama yıllardır da görmüyorum. Aslında Abdülrezzak amca ile Alluş (Gerçek ismi Ali galiba) sima olarak hiç birbirlerine benzemezlerdi. Oğlu olarak bilinse de büyük ihtimal torunuydu. Abdülrezzak amca sert görünen huysuz bir ihtiyar görünümünde olmasına rağmen çok iyi kalpli bir insandı. Onu bu görünüme iten veya kendisini bu görünümde tutmaya zorlayan… Oraya gelen ve zıpırlıklar yapan, Halluş’u kızdıran, Abdülrezzak amcayı kandırmaya çalışan kişilerdi. Kimsenin olmadığı zamanlarda benimle hoşbeş eden şakalaşan güzel bir insandı. (Bu arada ben insanları rahatsız etmediğim ve zıpırlıklardan uzak olduğum için büyükler beni çok severler, ikramda bulunurlar, dükkânlarını ve eşyalarını emanet ederler, bir büyükmüşüm gibi sohbette bulunurlardı. Hâlbuki o dönemler yedi sekiz yaşlarında idim.) Abdülrezzak amca güne mekânı süpürmekle başlar… Sonra cincan makinelerini yağlar, masalarda tamirat yapılacaksa tamiratlarını yapardı. Cincan makinelerinde genel arıza çevrilen kolların sap kısmının gevşemesi, masa içindeki oyuncuların gevşemesi, masanın paragözünden para atılınca topların gelmemesi şeklinde arızalar oluşurdu. Aslında masaların hepsi eskiydi ve sık sık arıza yaptıkları için Abdülrezzak amcanın elleri hep makine da değil siyah motor yağı içerisinde olurdu. Galiba ucuz olsun diye kullanılmış motor yağı kullanıyordu. Bu yüzden cincan oynayan birçok kişinin de o güzelim yeni yayla kıyafetlerine yağ bulaşabiliyordu. Aslında Abdülrezzak amcayı seyretmek benim için güzel bir vakit geçirme yöntemiydi. Bazen bir yere gitmesi gerekirse bana emanet ediyordu. Genelde ufak çocukları kovalardı (Birazda küçük yaşta alışmasınlar diye) ama beni sevdiğinden bana ses etmezdi. Bazı kişiler cincanın kollarını ve masasını kıracak şekilde oynamalarına çok kızar ve öfkelenirdi. Oynayan kişilerse verdikleri üç kuruş para ile masayı da satın aldıklarını zannederlerdi. Bazıları toplar eksik düştü bize top ver diyerek adamı kandırmaya çalışırlardı.


                                            BÖLÜM 11

   Bir bıçakçı Mahmut amcamız vardı... Bizim sokağa çıkışın sol başında, Abdülrezzak amcanın cincan salonunun bitişiğinde... Nusayri, uzun boylu, yanık tenli, kocaman bir burnu ve kırışık bir yüzü vardı. El yapımı bıçak temsilcilerinin son neslinin bir öncesini temsil ediyormuş da haberimiz bu gün oluyor. Çünkü o neslin son temsilcisi Bitpazarı (Zafer Çarşısı)'nda bir kaç yıl öncesine kadar kendi bıçaklarını üreten Akdeniz Bıçakevi sahibi Fahri (Çokparlamış) usta da artık kendi bıçaklarını üretmez oldu. Başka marka bıçakları satıyor, tamirat ve bileme işi yapıyor. Yirmi beş yıl önce kendisinden almış olduğum bıçakları bilemeye ve yıpranan tahta saplarını değiştirmeye götürdüğümde; uzun yıllardır evladını görememiş bir babanın gözlerindeki parlamayla bıçağa uzun uzun bakıp, evirip çevirdikten sonra bana dönüp "ben bu bıçakları en son yirmi beş yıl önce yaptım. Artık yapmıyorum." diye söze başlayarak, ne yapılmasını istediğimi soruyor. Ben de "Fahri usta ben yirmi beş kullandım, bakalım daha kaç yıl daha kullanacağımı test ediyorum, bakalım buna hangimizin ömrü yetecek diyorum." Gerçekten de mükemmel bir işçilik. Demek ki benden başka Fahri ustanın kendi ürettiği bıçakları kullanan kalmamış veya artık o bıçakları Fahri ustayla buluşturmuyorlar. Fahri ustaya o zevki yaşatmak için olsa da senede bir o bıçakları ustasına götüreceğim.
   İşte Fahri usta sayesinde Mahmut amcanın bıçaktaki hünerini ve ustalığını daha iyi anlıyorum. Mahmut amcanın yoldan zemin olarak dükkânı daha yüksekte kalıyordu. Dükkâna ulaşmak için toprak zeminden birkaç metre tırmanmak zorundaydınız. Eğer Mahmut amcanın hayrat olarak yaptırdığı çeşme veya yağmur toprağı ıslatmışsa ayağınız kayarak patinaj yapıyor ve tırmanmakta zorlanıyor, hatta kayıp düşebiliyordunuz. Bıçakçı kulübesi basit bir barakaydı ve tahta parçaları ile çinkoları mı, çinkolar ile tahta parçaları mı birbirine tutturulmuştu... Belli olmuyordu. (Evi dükkândan hemen yukarıda idi ve ev dükkâna göre daha sağlam duruyordu.) Sadece en sağlam yeri önde kapanan tahta kepenk idi ve alttan sağlam bir kale kapısı kilidi gibi anahtar ile kilitleniyordu. Dükkân içerisinde orta büyüklükte bir örs, ocak ve körüğü vardı. Basit aletleri olarak; bahçe makası, büyükçe bir terzi makası, törpü, çekiç, kerpeten, pense, bıçkı vb. idi. Bıçak saplarının keçiboynuzundan (Gerçek keçiboynuzu, yenen keçiboynuzu- harnup ile karışmasın) yapıldığını burada görmüştüm. Mahmut amca tüm bıçakları kendisi üretiyordu. Kimisine tahta, kimisine metal kimisine de keçiboynuzundan yapmış olduğu sapları takıyordu. Büyük bıçaklar için çok daha büyük ve geniş boynuzlara ihtiyaç olduğu için onlara tahta veya metal sap takıyordu. O dönemlerde plastik kullanımı günümüzde olduğu kadar yaygın olmadığı için plastik sap yapılmıyordu. Genelde de çakı bıçaklarına yaptığı sapları keçiboynuzundan yapıyordu. O dönemler hemen her erkeğin, özellikle de köylü erkeklerin (Onlar bağ, bahçe, tarla işlerinde yoğun kullandıklarından dolayı) mutlaka cebinde bir çakı bıçağı mutlaka bulunduğu için işlerinin de son derece iyi olduğunu söyleyebilirdim. Mahmut amca bağ budama bıçakları ve makasları da satıyordu ama bunlar kendi yapımı değillerdi. Dükkân çok dağınık ve kirli olurdu. Aslında körüğün isi de yıllardır dükkâna sinmekten ortaya adeta siyaha boyanmış bir dükkân havası veriyordu. Bizim için çok karmaşık ve dağınık olan dükkân Mahmut amca için ise son derece düzenli idi ve her istediğini elini attığında bulabiliyordu. Aslında en düzenli olan şey bıçaklarını teşhir amacı ile asmış olduğu tahta panolardı. Burada sergilenen bıçakların kalitesini rahatlıkla görebiliyordunuz. Hele o keçiboynuzundan oluşturulmuş saplar içi görünebilecekmiş gibi duruyorlardı. Mahmut amca küçük parçalara ayırdığı demir parçalarını yanan ateş ocağına bırakıyor, ateşi körük vasıtası ile kuvvetlendiriyordu. (Ocakta kömür kullanıyordu.) Metal parçalarının alevleri çıkıncaya kadar ısıtıyor ve büyükçe bir kerpetenle tuttuğu kızmış metali örsün üzerine yatırıyor ve çekiciyle yassıltıncaya (inceltinceye) kadar dövüyor dövüyordu. Çelik soğumaya başlamadan üzerine su serpeliyor (çeliğe su verme işlemi), metal parça tam soğuyunca tekrar ocağa, ateşi körüklüyor, sonrasında da metal ısınıncaya kadar diğer işlerine bakıyordu. Isınan demir parçasını tekrar ocaktan çekiyor ve aynı işleme defalarca devam ederek demire şekil veriyordu. İstediği şekli alan demiri bu seferde bileyleyerek keskinleştiriyor, bir sap takarak satışa hazır hale getiriyordu.
   Keçiboynuzuna şekil vermek biraz farklı olsa da hemen hemen aynı süreçlerden geçiriyordu. Keçiboynuzun ocağa atıyor, yanma kıvamına gelince ocaktan alıyordu. Sonrasında ateşte yumuşamış olan boynuzun fazla gördüğü kısımlarını kesiyor, çekiç darbeleri ile çekerek düzleştirme işleminden sonra, saatlerce törpülüyordu. Keçiboynuzundan oluşan sapın parlama nedeni bu törpüleme işi idi. Boynuzu olabildiğince inceltiyordu. Sonra şeklini vererek bıçak kısmını takıyordu. Aslında insanların özellikle çocukların nedense iş yaparken kendisini dakikalarca izlemesinden rahatsız olmaz, fakat bana ses etmez hatta çok hoşsohbet olmasa da bazen sohbet ederdi. Benimle birlikte başka çocuklar olduğu zaman hepimize kızarak bizleri uzaklaştırırdı.
   Mahmut amcanın dükkânının önüne kendi hayrat olarak yapmış olduğu... Bir su borusunun ucuna takılı musluktan ibaretti. Su içmek isteyenler bu musluğu açarak soğuk su ihtiyacını giderirdi. Yaylanın her tarafından sular gürül gürül boşa akarken Mahmut amca musluğun açık bırakılmasına tahammül edemezdi. Çoğu zaman musluk açık kalmışsa; işini bırakır kalkar söylene söylene musluğu kapatırdı. Bazen çocuklar oyun amaçlı suyla oynarlar... Mahmut amca da kızarak bunları uzaklaştırırdı. Gerçekten su içmek isteyenlere bile kızardı. Böyle anlarda başını kaldırıp da musluğun başında su içenin ben olduğumu görünce susardı... Çünkü benim onu kızdıracak bir davranışta bulunmayacağımı ve gerçekten su ihtiyacımı giderdiğimi bilirdi. Mahmut amca insanlar kolaylıkla su içebilsinler diye (çeşme biraz yüksekteydi) boruya bir zincir bağlamış, zincirin ucuna da metal bir kupa takmıştı. İnsanlar çoğu zaman musluğu kırarlar veya sökerlerdi. Böyle zamanlarda kızgınlığını belli etmek için borunun ucuna kör tapa takar ve suyu birkaç gün açmazdı... Fakat dayanamaz yine bir musluk takarak insanların hizmetine sunardı. Aslında çok değişik musluklar takmıştı ama en ilginci petrol istasyonlarındaki akaryakıt pompalarına benzer (fakat bunun basma kilidi altta değil üstteydi) bir musluk takmıştı. Üstten kola bastırıyordunuz su akıyordu. Bu çocuklar için yeni bir merak ve oyun aracı olacaktı ama Mahmut amca da birkaç metre ötede şahin gibi bakıyordu...
   Mahmut amca hayata veda edince mirasçıları aslen Akarcalı olan bir marangoza yerlerini sattılar ve şimdi o yerde betonarme bir dükkân ve yine betonarme güzel bir ev yer alıyor.

                                            BÖLÜM 12

   Yaylada ne çok hoş insan vardı; bunlardan bir tanesi de ahraz olan bir aileydi. Bu ailede anne ve baba ahraz, sahip oldukları çocukları ise normaldi. Bu aile bıçakçı Mahmut’un (Bizim sokağın) hemen karşısından aşağıya doğru inen dar yolun (Hoş bütün yollar dardı ya…) sağındaki betonarme evde oturuyorlardı. Onların bir altındaki evde de bir erkek ve bir kadın cüce yaşıyorlardı. Sanırım ahrazlar ile akrabalıkları yoktu. Bu erkek olan ahrazı bir gün olsun tıraşsız görmedim desem yalan olmaz… Gayet şık giyinen orta boylu, hafif kilolu ve yakışıklı bir beydi. Ya saçma tüfeği ile tahta bir panoya yapıştırdığı mantarlara ateş ettirerek para kazanır ya da bugün çarkıfelek adı verilen bir altmış, yetmiş cm çapında çarkını döndürür bunun üstünde yazan hediyeleri kazanma şansına sahip olurdunuz veya boş geldiğinde kaybederdiniz. Tabi bu oyunu oynarken o günün parası ile bir bedeli başlangıçta öderdiniz. Bu oyunlarını evlerinin yanında Kuyuluklu yağcıların evlerinin arkasında bulunan hemen yol kenarındaki garajda oynatırdı. Yazın geçimini bu şekilde sürdürürdü. Bazen bu oyunu oynayanlarla yok boş geldi gelmedi atışmaları da olur… O da kendi işaret dili ile kızarak bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Ama yüreği çok temiz ve efendi bir insandı. Nedendir bilmem yıllardır çıktıkları yaylaya bir daha çıkmaz oldular ve evlerini önce kiraya verdiklerini, sonra da sattıklarını duydum.
   Cüce olan aile ise pek sokağa çıkmazlardı. Sanırım insanların alaycı ve aşağılayıcı bakışlarından rahatsız oluyorlardı. Bazen ahrazın yanına çıkarlar, biraz durduktan sonra tekrar evlerine girerlerdi. Onlar ahrazlardan daha önce yaylaya gelmemeye başladılar. 
   Yaylada bir de her gün kurulan bir pazar vardı. Bu pazar çarşıdaki büyük garaja girerken hemen solda garajdan iki metre kadar aşağıda kurulurdu. Bu pazara Bozön Güzlesi, Purçu, azda olsa yayla içerisinde yetiştirilen; elma, armut, şeftali, kızılcık gibi meyveler ve yayla domatesi, salatalık, biber, fasulye, barbunya, maydanoz, nane, kekik gibi sebzeler satıcılar tarafından sabah erken saatte ve ikindi serinliğinde eşek veya katır sırtında getirilirdi. Sabah saat sekiz, dokuz gibi pazar kalabalıklaşır yayla sakinleri ihtiyaçlarını birazda pazarlık yaparak karşılarlar… Aldıkları ürünleri ya filelerine doldururlar (O dönemler poşet kullanılmıyordu, sık gözlü ipliklerle torba şeklinde dokunmuş, sap kısmı olan fileler kullanılıyordu.) ya da sepet halinde pazarcıdan alırlar, sepeti evlerinde boşalttıktan sonra geri getirirlerdi. Bazı yaylacılar ihtiyaçları olmasa da pazarın üst kısmından pazardaki hareketliliği seyrederek vakit geçirirlerdi. Sabah pazardan ihtiyacını alanlar pazarda olmayan ürünler içinse manavlara giderlerdi. Fileler sabahları sebze, meyve, et, ekmek ve bakkal ürünleri ile doldurularak evin yolu tutulurdu. Sabah alışverişine çıkmaya üşenenler günün diğer saatlerinde ve özellikle ikindin alışverişlerini yaparlardı.
   Yaylada konutu olanların dışında birde göçebelik alışkanlıklarını sürdüren… Yaylada kalıcı olmadıklarını gösteren çadırcılar vardı. Bu çadırcılardan abdal olanlar genelde yaylanın girişinde Demirışık yol ayrımının sağ tarafına çadırlarını kuruyorlardı. Burada seyildeki  yaşam tarzlarını devam ettiriyorlar davul çalarak, sepet örerek, leğen-mandal satarak yaşamlarını idame ettiriyorlardı.  Yaylanın Akarca Güzlesi’nden sonra Hacı Mehmet’in evinden itibaren yolun solunda kalan kısımda, Beşkoz Mezargediği mevkinde de köylüler çadır kuruyorlardı. Çadır kuran köylülerin çoğunluğu Kale Köyü, az bir kısmı da Çavak ve Çiftlik köylülerinden oluşuyordu.  Çadırlar; yarım ay şeklinde demir veya ağaç dallarının eğilmesi, bu eğmelerin üzerine keçe, kıl dokumalar, branda veya naylon geçiriliyordu. Çadırların alt kısımlarına derin olmayan hendekler yağmur sularının çadırın içerisine girmemesi için açılıyor ve bu hendeklerden çıkan topraklar çadırın üstüne örtülen malzemenin uçlarına rüzgârdan uçmaması için konuluyordu.  Çadırlar sıcak olmasın diye üstlerine dal parçaları da atılıyordu. Çadırların önüne dilme ve tahtalardan talfar çakılıyordu. Talfarın üstü ve iki tarafı ağaç dalları, çalılar ile kapatılıyordu. Çadırın giriş kısmına bir örtü çekiliyordu. Banyo ve tuvalet için çadır dışında bir iki metrekarelik, yine naylon, branda, çul parçaları için ayrı bir yer yapıyorlardı. Tuvalet için bir metre derinliğinde bir çukur ve çukurun üzerine kalas ve tahta parçalarından tuvalet oturulacağı yapılıyordu. Aslında alışkın olmayanlar için zor bir yaşam türüydü. Çadırın içerisinde uzun boylu birisi eğilerek dolaşmak durumundaydı. Herkes bir arada yatıyordu. Çadırlarda güvenlik en önemli sorunlardan bir tanesiydi. Suların yakındaki sebil şeklindeki çeşmelerden taşıyorlardı. Zaten suya yakın yerlere yerleşiyorlardı. Günümüzde çadırcılık kalmadı ve çadır kurulan o alanlar tamamen yayla konutları ile doldu. Çadırcılar yaylaya en geç gelenler ve en erken gidenler oluyordu. Biz çadırcılık yapmadık ama her iki dedemde çadırcılık yapmışlardır ve çadır hayatını iyi bildiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. (Bu arada her iki dedemin de Kurtuluş Savaşı gazisi olduğunu, İbrahim dedemin İstanbul’a ilk giren askerlerden olduğunu burada minnet ve övünç duygusu içerisinde söylemeyi bir borç biliyorum.)
   Annemin babası olan Mehmet Yılmaz (Köroğlu Mehmet Çavuş) dedem, yayla olarak Tepeköy’e çıkıyor ve Sivritaş’ın biraz ilerisine çadır kuruyordu. Hayvancılıkla uğraşırken Tepeköy’den iki, üç km uzaklıkta olan Gölpınar’a çıkıyormuş ve orada çok miktarda arazisini olduğunu annemden duymuştum fakat daha sonra evlatları sahip çıkmadılarL.
   Babamın babası olan İbrahim Ünal (Göğ İbrahim Çavuş) dedem ise 1980’lerin başına kadar küçükbaş (davar), büyükbaş hayvancılık yapmıştır. Hayvanların sayısı çok olduğu için hayvanları Burhan Köyü’nden amcalarım Ercan, Halil (Bahçeli belediye başkanlığı ve İl Genel Meclis Üyeliği Başkanlığı da yapmıştır) ve Niyazi sürerek getirirlerdi. Bir süre Akarca Güzlesi’nde çadır kurdular, daha sonraki yıllarda Mezargediği mevkine çadır kurdular. Hayvanlar içinde etrafı çalılar ile çevrili ağıl yapıyorlardı. Sık sık dedemleri ziyarete gittiğimden bazen çadırda yatardım. Bazen de amcamlar ve halamlar bize gelir bizde kalırlardı. Amcamların hepsi hayvanları (yayıltmak) gütse de asıl yük Niyazi amcam ve çobanın üzerinde idi. Hayvanlardan elde ettikleri sütleri ya taze süt olarak veya çingillere yoğurt çalarak yoğurt olarak satarlardı. Uzun bir sopanın üzerine aralıklarla çentikler açmışlardı. Bu çentikler çingillerin kaymaması içindi. Çingiller kulplarından bu çentiklere gelecek şekilde asılıyor ve sopayı ya ellerine ya da omuzlarına alarak satmaya çıkıyorlardı. O gece orada yatmışsam beni de yanlarına alarak yoğurt satışına başlıyorduk. Yoğurtlar taze olunca ve insanlar da bunu bilince daha birkaç sokak gitmeden yoğurtlar bitiyordu.
   İbrahim dedem 1970’lerin sonuna doğru bize bir düve armağan etti. Bu düve Türkiye’nin en iyi ırk ineği olan sütü, eti bol olan uzun bacaklı bir inek türüydü. Kendimiz Çiftlik Köyü’nde oturduğumuz için bakımı bizim için zor olmayacaktı. Ayrıca babamın öğretmenlik maaşına, sebze ve meyve gelirinin dışında ek getirisi olacaktı. Gerçekten de oldu, süt ve süt ürünlerinden faydalandık, yavrularını büyüyünce sattık, gübresini bahçede ve sebzede kullandık fakat yayla zamanı başımıza dert oluyordu. Onun için kamyon tutuyorduk… Araçlardan müthiş derecede ürküyordu.  Uzun bacaklı olduğu için kamyonun kasasından dışarıya bacağını atıyordu. Bizde hayvan kendisine bir zarar verecek korkusuyla yaylaya sürerek çıkarmaya başladık. Abim ve ben sabahın altısında kalkıyor ve yola koyuluyorduk. Yanımıza eşeğimizi de alıyorduk. Bu günkü üniversite yerleşkesinin güneyinden, eski köy mezarlığının yanından Bozön Deresi’ne ulaşıyorduk. Burada Şakir’in değirmeninin (Teyzemlerin evi de oradaydı. Geçerken bir elini öpmeye uğrardık.) önünden dere üzerindeki beton köhne köprüden Bozön yoluna çıkardık.

                                                     BÖLÜM 13

   Bozön Köyü’nün girişindeki köprünün sol yanından kuzeydoğuya doğru bozuk bir yoldan ormana ulaşır ve orman içerisinden sürekli bir yokuşu tırmanmaya başlardık. Eşeğe bazen Eray abim, bazen de ben değişerek binerdik… Eşeğin yorulduğunu hissettiğimizde ikimizde eşek ve inek önde biz arkalarında yürümeye başlardık. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra Cemilli mezarlığının beş yüz metre kadar ilerisinde bir çam ağacının altında mola verirdik. Eskiden burada bir kuyu bulunurdu. Eğer kuyunun başında suyu çekecek ip ve kap bulursak, su çekerek hayvanlarımızı sular. Kendimizde içerdik. Şimdi bu kuyu duruyor mu bilmiyorum. Yarım saat kadar dinlendikten sonra yayla yoluna çıkardık. Çıktığımız nokta da yüksek bir kaya vardı ve hala var. Bu kayanın üst kesimleri taş ocağı olarak kullanılıyor. Yağışların bol olduğu dönemlerde bu kayanın dibinden bir su çıkardı. Bu pınardan kendimiz ve hayvanlarımız su içerdik. Artık hedefimizde Kuzucubelen’e ulaşmak vardı. Burada hem öğle yemeğimizi yiyecek hem de en uzun molamızı vererek dinlenecektik artık vakit öğleye doğru yaklaşıyordu. Hayvanlarımızı gelirken azar azar otlatsak da nihayetinde onlarda acıkıyorlardı. Aslında Kuzucubelen’e bayağı yaklaşmıştık ama sürekli tırmandığımız yokuş yol bizi ve hayvanlarımızı yormuş adımlarımız yavaşlamıştı. Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra köye giriş yapıyorduk. Çok dikkatli gitmek zorundaydık çünkü yol dardı ve yol kenarından gidiyorduk her an hayvanlarımız yola çıkabilir veya aracını hızlı süren birisi bize çarpabilirdi. Kısa bir süre gittikten sonra köy meydanına ulaşıyor, köyün tarihi çeşmesinden hayvanlarımızı suladıktan sonra kendimizde elimizi yüzümüzü yıkıyor, kana kana suyumuzu içiyorduk. Kuzucubelen’deki bu tarihi çeşme köy okulunun bahçesinin köşesinde, köyün merkezinde ve yolun hemen solunda yer alıyordu. Çeşme kesme taşlardan yapılmış, köşegen bir çeşme idi. Yanılmıyorsam üç musluğu vardı ve doğal kaynaktan besleniyordu. Halen faal haldedir. Buradan ayrıldıktan sonra bizi Akkahve olarak adlandırılan köyün en yüksek mevkiine doğru bir tırmanış bekliyordu. Aslında tırmanış mesafesi fazla uzun olmasa da dikliği yorgunluğumuzun üzerine daha yorucu oluyordu. Yarım saatlik bir tırmanıştan sonra Akkahve’ye ulaşıyorduk. Biz molamızı Akkahve’nin kuzey alt kesiminde bulunan ulu bir meşe ağacının altında veriyorduk. Bu ağaç ben kendimi bildiğimden beri orada ve birçok kişi hayvanlarını o noktada dinlendiriyor. İneği ve eşeğimizi ağaca bağladıktan sonra eşeğin heybesinde taşıdığımız yemlerini her ikisine de pay ederek veriyorduk. Artık bundan sonra büyük bir mola vermeyecektik.  Kendimizde köyde annemin bizim için hazırladığı azığımız çıkarıyor… Peynir, zeytin, domates, soğan, salatalıktan oluşan yiyeceği örtümüzün üzerine yayıyor… Salatalık, soğan ve domatesi sahanımıza (tabak) doğrayarak kendimize bir salata oluşturuyorduk. Genelde yanımızda yufka ekmek olurdu ama canımız sıcak ve taze ekmek çekerse Akkahve’de bulunan fırından ekmek alabiliyor, bakkaldan gazlı içecek alabiliyorduk.
   Genelde buradaki molamız bir buçuk saat kadar oluyordu. İnek, eşek ve biz yemekten sonra çınar ağacının serinliğinde biraz uzanma hatta kestirme fırsatı da bulabiliyorduk. Genelde biz burada iken bizimkilerde traktöre evi yüklemiş şekilde geliyorlar ve ihtiyacımız olup olmadığını sorduktan sonra yollarına devam ediyorlardı. Bizim önümüzde ise hala dört saat gibi zamanda gideceğimiz bir mesafe ve yükselen rakım vardı. Aslında bu mesafeler daha kısada gidilebilirdi ama hayvanlar bizi yavaşlatıyordu. Molamızdan sonra hedefimiz Akarca Köyü’ne ulaşmak olacaktı. Bu noktadan sonra önümüzde meyilli bir yol uzuyordu sonrasında kısa bir çıkış ve tekrar inişten sonra tekrar yokuş… Akarca Köyü’ne giriyorduk. Akarca Köyü’nün de meydanında büyük bir çeşmesi bulunuyordu. Bu çeşme betonarme yapılmış ve tarihi özelliği olmayan bir çeşmeydi. İki üç gözden suyu akıyordu. Burada da hayvanlarımızın ve kendimizin su ihtiyacını karşıladıktan sonra hedefimiz İsmail’in çeşmesi oluyordu. Orada küçük bir mola verecektik. Akarca’nın kuzeyinden tarlaların arasından da oraya daha kısa mesafede ulaşılıyormuş ama yolun dik olması gözümüzü korkuttuğundan biz ana yoldan ayrılmıyorduk.  Artık inişi olmayan sadece yokuş olan bir yolda ilerleyerek İsmail’in Çeşmesi’ne geliyorduk. Eskiden burada özelliği olmasa da bir çeşme vardı. Fakat vatandaşlar ne istedilerse (Galiba oraya piknikçilerin gelmesini ve alkollü içeceklerin içilmesini istemediler. Şimdi ise hemen kuzeyinde yeni ve güzel bir çeşme yapıldı.) o çeşmeyi kırdılar ve sadece bir boru kaldı suyu azaldı. O halde bile insanlar orada piknik yapmaya devam ettiler. Çok daha önceki yıllarda tüm araçlar burada bir mola verir ve araçlar dinlendirilirdi. Çünkü önlerinde Aybelen gibi yaylanın en dik rampası vardı. Hayvanlarımızı suladıktan ve akan suyun dağıldığı yeşil alanda hayvanlarımızı yayıltarak bir yarım saatimizi orada geçiriyorduk. Bizimde önümüzde Aybelen rampası vardı. Artık hızımız daha da düşmüştü. Burada yoldan ayrılarak direkt çeşmenin karşısından ormanın içinden yolu kısaltarak Aybelen rampasının altındaki en keskin viraja çıkıyorduk. Aybelen rampasını çıktıktan sonra tatlı bir düzlüğe ulaşıyor bundan sonrasında artık epey uzun bir süre yokuş tırmanmayacaktık. Artık rahat bir şekilde hatta yolun biraz eğiminden dolayı hızımızda artıyordu. Akarca Güzlesi’ne ulaşmıştık. Bundan sonrasında mola vermeye gerek yoktu. Akarca Güzlesi’nden ayrılırken Hacı Mehmet’in evine kadar ulaşan beş yüz metrelik bir yokuşu tırmandıktan sonra ilginçlikler başlıyordu. Bizim koca kırmızı inek başını çarşıya doğru dikiyor ve sanki gülümsüyor, seviniyordu… Bunu hayvanın gözlerinde görebiliyordunuz.  Yularından tuttuğunuz için artık bizi peşinden sürüklemeye başlıyordu, bir süre sonrada koşmaya başlayınca biz artık yerlerde sürüklenmemek için ipini bırakmak zorunda kalıyorduk. Bizim inek anasını görmüş dana gibi son hızla adeta oynayarak, kıçını havaya zıplatarak son hız koşmaya başlıyor biz arkasından yetişemiyorduk. Yol kenarındaki insanlar bir koşan ineğe, bir de bize meraklı gözlerle bakıyorlar “inek şu yöne gitti” diyerek bize yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Bizde bir kaza olması korkusu ve paniği içerisinde koşacak halimiz olmamasına rağmen koşmaya çalışıyorduk. Eşeğin bile koşacak mecali kalmamıştı. Yayla evimizin sokağına gelince de evdekiler de haberdar olsun diye yüzde yetmiş eğimli rampayı hızla koşarcasına çıkınca ne görelim… Bizim hanımefendi eve gelmiş, yerine yerleşmiş istirahat ediyordu. Bizimkiler de meraklı gözlerle… Acaba bize bir şey oldu da inek kendiliğinden mi geldi diyorlar ve bizi aramaya hazırlanıyorlarmış.
   Hep merak etmişimdir her yaylaya ulaştığımızda bizim inek bunu yapmıştır. Bir sene önce geldiği bu yeri nasıl hatırlamaktadır?... Acaba yayla evini sevdiğinden mi yoksa anneme olan, ona ulaşma duygusu ile mi böyle bir davranış sergiliyordu? Çünkü onunla gerçek anlamda annem ilgileniyor, onunla sağarken, otlatırken, altını temizlerken konuşur… Sevgi sözcükleri söylerdi.

                                              BÖLÜM 14

   Biz her türlü hayvanı besledik… Evimizden eksik olmayan ise av köpekleri olurdu… Çünkü babam aynı zamanda iyi bir avcı idi. Son köpeğimizin annesi bir batında sekiz yavru dünyaya getirmişti. Tabi ki bunları bir annenin beslemesi de zor oluyordu. Zavallı hayvan iğne ipliğe dönmüştü. Üç yavrusu yetersiz beslenmeden birkaç gün sonra ölmüştü. Bir ay kadar zaman geçince iki yavrusunu babam avcı arkadaşlarına vermişti. Geriye elimizde üç yavru enik kalmıştı. Aslında yavruları isteyen çoktu ama babam avcı olmalarını ve bu enikleri gerçekten hak etmelerini istiyordu. O zamanlar siyasi olayların yoğun olduğu dönemler, bizde de emperyalizme bir başkaldırış var (Hoş hala da var ya), eniklerin isimlerini ben koydum. Birine Amerikan karşıtlığımdan dolayı Dolar, birine İngiliz emperyalizmine karşı Sterlin, Birine ise Alman para birimi olan Mark adını taktım. Dolar ve Sterlin dişi Mark ise erkekti. Babam, Dolar ve Sterlini iki arkadaşına, annelerini de eski sahibine verdi. Elimizde bir Mark kalmıştı. Bu yavru enik iki aylık kadarken yaylaya çıktık. Babam burada satırla eniğin kuyruğunu bir kütüğe koyarak kesti ve ardından penisilin tozunu yara üzerine dökerek tedavisini yaptı. Biliyorsunuz o dönemler yüzyılın icadı olan penisilin her türlü hastalığa karşı kullanılıyordu. Av köpeklerinin kuyruğunu ise avda çalıya falan takılıp köpeği rahatsız etmesin, av peşinde iken kuyruğunun sağa sola çarpması sonucu avın peşini bırakmasın diye kuyruklarını keserler.
   Gelecek yayla göçünde annem biraz bizim artık yaylaya yürümek istemememizden dolayı, biraz da ana yüreğinin dayanamamazlığı ile “Kıyasettin, artık çocuklar yaylaya yürümekten yoruldular ve zorlarına gidiyor. Ya ineği satalım ya da yine bir kamyon tutarak götürmeye çalışalım.” Dedi. Babam “Tamam bu sene ben sürerek götüreyim” dedi.
   Yaylaya göç günü geldiğinde babam sabah erkenden kalktı ve eşeği, ineği önüne kattarken aynı zamanda av çıkarsa avlanırım diyerek tüfeğini ve Mark’ı yanına aldı, yola koyuldu. Bizde öğleye doğru göç hazırlığımızı bitirdik ve eşyalarımızı traktöre yükleyerek yola koyulduk. Cemilli mezarlığını geçtikten itibaren gözümüz yolun sağında solunda babamızı görebilmenin çabası ile aranıyordu. Kuzucubelen’de Akkahve mevkiine geldiğimizde bir baktık ki babam her zaman mola verdiğimiz koca çınar ağacının altında mola vermişti ve bize el sallayarak durmamızı istedi. Bizde bir gariplik olduğunu sezerek durduk… Babam “Mark Kuzucubelen’e gelinceye kadar yanımda idi, fakat köyün içinde kayboldu. Büyük olasılıkla o beni kaybettiği için köye geri dönmüş olabilir, artık geldiğimiz yolu biliyor. Ben yarın tekrar gider onu köyden getiririm, ama siz yine de giderken yolun sağına soluna bakınarak gidin belki beni aramak için ilerlemiştir.” Dedi ve biz vedalaşarak ayrıldık… Artık her birimizin gözü yollarda idi altı kişi on iki göz. (Biz beşkardeştik.) Babamdan ayrılmamızdan bir iki dakika geçmişti ki bizden yaklaşık bir km uzaklıkta beyazlı kahverengili bir şey (Mark her iki rengi de almıştı) yolun elli metre yukarısından hızla ileriye doğru koşuyordu. Önce bir koyun veya dana olabileceğini düşündük çünkü Mark bu yolları bilmiyordu… Aslında bu yollardan geçerken henüz çok küçüktü ve traktör üzerinde geçmişti. Bizde traktörle yetişmek için son hız vermiştik… Yolda müsaitti Akkahve’den sonra Akarca’ya olan inişe varan virajlara gelmeden yaklaşmak istiyorduk… Biraz daha yaklaşınca onun Mark olduğunu anladık ve hep bir ağızdan “Mark, Mark…” diye seslenmeye başladık. O ise son hız koşmaktan bizi duyamıyordu. Artık dengine geldiğimizde bizi duydu ve çağrışlarımız karşısında yanımıza geldi. Hemen traktörden atladım… Zavallı hayvan korkmuş ve babamızı kaybetmenin utancı ile bize bakıyordu, sırılsıklam terlemiş, dili dışarıya sarkmıştı. Biraz okşayarak teskin ettikten sonra Mark’ı römorka bindirdim. Sanıyorum Kuzucubelen içerisinde babamdan geride kalmış ve babamı kaybetmişti. Oralarda hatta geriye de giderek babamı ararken oyalanmış ve aralarındaki mesafe açılmış. Ondan sonra koşmaya başlarken babam bu sefer yolun sol tarafında kalan çınar ağacının dibinde mola verince de babamı göremeyerek son sürat yoluna devam etmiş. Galiba küçükken de olsa yolu hatırlamıştı. Hani ineğimizde evi görünce nasıl koşmaya başlıyordu… Bu da babam daha ileride ve ona yetişmeliyim ama aynı zamanda da koşarken kazaya uğramamak için yolun çok üstlerinden çalılık ve kayalıkların içerisinden koşuyordu…
   Mark, son derece asil bir puanter av köpeğiydi. Bir gün tarlada çalışırken ne olduysa hayvan titremeye, öksürmeye başladı. Kusmaya çalışıyor fakat kusamıyordu. Babam hemen “hayvan zehirlenmiş” dedi ve sigara paketindeki sigaraları çıkararak bir teneke kutunun içinde ezdi. Kutuya su koydu ve karıştırdı. Mark’ın çenesini zorla açarak suyu ağzından boşaltarak içmesini sağladık. Bu işlem hemen işe yaradı ve Mark kusmaya başladı. Babam “tamam şimdi birazdan kendisine gelir, bırakın istirahat etsin” dedi ve Mark’ı bir portakal ağacının altına yatırarak işimize geri döndük. Bir süre sonra gök gürültüleri, şimşekler arasında sağanak yağış başlamasın mı? Sanki gök delinmişti… Doğal olarak elimizdeki işlerimizi bırakmak zorunda kaldık. Babam “Bu yağmurda dereye sel gelebilir. Sel gelmeden dereyi geçmeliyiz.” Dedi. Bizim tarla ile köy arasından Çiftlik Deresi geçiyor ve şiddetli yağmurlarda derenin suyu yükseliyor, köprü de olmayınca geçilmesi imkânsız hale geliyordu. Biz o korku ve telaş içerisinde traktöre bindik ve köye vardık. Köye vardığımızda yanımızda Mark’ın olmadığını fark ettik. Hâlbuki traktörün kontağını çevirdiğimizde havalara zıplar, traktörle birlikte koşar ve onunla yarış ederdi.
   Ben tekrar tarlaya döneceğimi ve Mark’ı arayıp getireceğimi söyledim. Annem ve babam dereye sel gelebileceğini, sel sularına kapılabileceğimi, derenin suları yükseldiyse karşıya geçemeyeceğimi söyledilerse de duramadım. Köyden itibaren sağanak yağmur altında sırılsıklam bir vaziyette tarlaya doğru koşarcasına gidiyordum. Aslında ben de sel sularına kapılmaktan korkuyordum ama yine de Mark’ı kurtarmayı göze almıştım. Koşarken “Mark, Mark!” diye bağırıyordum. O da derenin diğer tarafından tarla yakınından bana havlıyordu. Nitekim bu şekilde dereye vardığımda ne göreyim… Mark’ın arka ayakları tutmuyor, felç geçirmiş gibiydi. Benim kendisini çağırışlarım karşısında havlayarak ön ayaklarıyla sürünmüş derenin karşı kıyısına ulaşmıştı. Artık dizimin üzerine kadar yükselmiş olan derenin suyuna girdim, suyun akış hızı da artmış, derenin tabanı da gözükmediği için rastgele adımlarımı atarak Mark’ın yanına ulaştım. Biraz okşadım ve sevdim… Ama bu şekilde Mark köye gidemezdi. Onu kucağıma alsam derenin içerisinde sendeleyip düşersem su her ikimizi de sürükleyebilirdi. Ya Mark’ı kucağıma alıp karşıya geçecektim ya da Mark’ı tarlada tünel seraların birinin içerisinde bırakıp geri dönecektim. Ama Mark’ın bu halde bile eve gelmek istemesi açıkça beni ağlatmıştı. Sular daha fazla yükselmeden her türlü riski de alarak Mark’ı kucakladım… Bu kadar ağır olduğunu hiç düşünmemiştim. Göründüğünden daha ağırdı. Bu şekilde dere içerisinde düşmemeye nerede hangi taşın olduğunu hatırlamaya çalışarak dereyi geçtim… Artık sel tehlikesinden kurtulmuştuk ama yine de ihtiyatı elden bırakmamak için dere yatağından biraz daha uzaklaşıp biraz dinlenmek amacı ile Mark’ı yavaşça yere bırakarak oturdum. Onun o gözlerindeki minnet ifadesini görecektiniz. Bunu görebilmek dünyaya değer… Dinlenirken onu okşuyor, ona iyi olacağını söylüyordum. O ise başını şalvarımın üzerine koymuş muhlis muhlis bakıyordu. Yağmurun şiddeti biraz kesilmişti ama yine de yağmaya devam ediyordu. Mark’ı kucağıma aldım… Yollar iyice kayganlaşmıştı, çizmelerime yapışan çamur adeta çizmelerimin ayağımdan çıkmasını sağlayacak, beni yürütmek istemez gibiydi… Bu halde köye çıkan annemi amcasından adını alan Sağırın Koyağına geldiğimizde benim geç kalmamdan meraklanan abim ve babam geldiler. Babam Mark’ın durumunu görünce hemen kucağımdan onu kendi kucağına aldı ve beraber eve ulaştık. Mark’ı güzelce kuruladık ve kuru bir çulun üzerine yatırdık. Bu arada Mark bize minnet ve sevgisini göstermek için ellerimizi, yüzümüzü yalıyordu. Babam “İçirdiği tütünden dolayı bu durumun oluştuğunu, zehirlenmeden kurtardığımızı ama tütünün uyuşturucu etkisi nedeni ile vücudunun dengesinin bozulduğunu, kısa bir süre sonra tütünün etkisi geçince düzeleceğini” söyledi. O moralle rahatlamıştık… Gerçekten de ertesi günü Mark kendine gelmiş ve eski halindeydi.
   O günden sonra Mark’ın bana olan ilgisi ve sevgisi daha da artmıştı. Artık babamdan sonra en sevdiği kişi bendim.


                                              BÖLÜM 15

   Sanırım bir yıl bile sürmeyen bir zamandan sonra 5 Ekim 1984 tarihinde; bizim için kara gün olan Cuma günü birkaç gün öncesinden patlamış olan traktörün arka lastiğini tamir için babam erkenden kalkıp Mersin’e inmiş, ben de okuduğum Ç.Ü. İ.İ.B.F. Mersin Turizm İşletmeciliği ve Yüksek Okulu’na dersler olmadığı halde gelen arkadaşlarla hasret gidermek, yeni arkadaşlarla tanışmak amacı ile okula gitmiştim. Nereden bilebileceksiniz ki!
   Babam şehirden bir iç lastik almış ve geri dönmüş. Annemin amcasının evinin yanında say taş dediğimiz genişçe taşlık alana abimle traktörün lastiğini sökmüşler ve orada el pompası ile hava basmaya başlamışlar… O gün öyle bir sıcak Ekim günü ki ben hala böyle sıcak bir Ekim günü hatırlamıyorum. Bizim Mark babam ve abim traktörde lastiği sökmeye başladıkları andan itibaren özellikle babamın üzerine atlıyor, önüne geçiyor, sırtına tırmanıyormuş. Aslında böyle bir şeyi bir tarla dönüşünde yine yapmıştı. Traktörü çok sever, ona bizden başkasını yaklaştırmaz… Av köpeği olmasına rağmen traktöre dokunan yabancılara saldırırdı. Bizim tarladan ayrılmamızı istemez gibi traktörün ön tekeri önüne yatıyordu. Babam iniyor kızıyor, uzaklaştırıyor… Babam bindikten sonra tekrar tekerin önüne yatıyordu. Bunu ben ve abimde yapsak yine aynı şeyi tekrarlıyordu. Bu döngü en az yarım saat sürmüştür. Köpekler Azrail’i görür derler acaba böyle bir şey mi olmuştu? Muamma! İşte yine aynı şeyleri yapmaya başlamış babamı engelleme uğraşları içerisine girmiş. Babam kızıp uzaklaştırıyor, o yine gelip aynı şeyleri yapıyormuş fakat abime yapmıyormuş. Lastik şişirirken… Bir de koca traktör arka lastiği el pompasıyla şişirmek kolay mı? Ama o dönemlerde tamircide değilseniz yapacak bir şey yok! Babam bir süre lastiği (Mark fırsat verdikçe) şişirdikten sonra yorulduğunu belirtip birazda abimin şişirmesini istemiş. Abim lastiği şişirirken de abimin arkasına çömelmiş ve olduğu yere düşüvermiş. Hemen konu komşu koşuşturmuş, o sırada bir komşunun arabasını getirmesini istemişler (O zamanlarda herkeste araba da yok.) aksilik ya her zaman çalışan arabanın marşı basmamış ve biraz da iterek onu çalıştırmaya uğraşırken vakit geçmiş…
   Okuldan köye dönmek için yolun karşısında dolmuş bekliyorum ve orada bir seyyar kebapçı var… Ondan da ekmek arası bir kebap söyledim, tam kebabımı bitirdim baktım bizim okulun kapısında merhum Erdal amcamın biraz döküntü Murat 124’ü fakat sürücü koltuğunda bizim köyden Hidayet Kurt var yanında da Erdal amcam oturuyor. Allah Allah!... Erdal amcamın benim okulumun kapısında ne işi var? Ayrıca Hidayet ile amcam birbirlerini tanımazlar niye arabayı Hidayet kullanıyor? İçime bir şüphe düştü ve tekrar okul kapısına geçmek için yola indiğimde onlarda beni gördüler ama baktım suratları çok asık ve üzgünler… Olağanüstü bir şeylerin olduğunu sezinledim, arabaya binmemi istediler. Amcam ağlamaya başladı. Ne olduğunu sorduğumda kelimeler boğazına düğümlendi, sadece “abim” diyebildi. Babam en büyükleri idi ve hepsi babamı sever,  sayardı. Babalarından babamdan çekindikleri kadar çekinmezlerdi. Ben nasıl soğukkanlı durabiliyordum, amcama nasıl haberi olmuştu? O zamanlar böyle her evde, her dükkânda telefon bulunmazdı, hele hele cep telefonlarının hayali bile görülmüyordu… Ne olduğunu tekrar sordum. Amcamda biraz kendine gelmişti. Amcam “ben de bilmiyorum, hastaneye kaldırmışlar, galiba fenalaşmış” dedi. Aslında amcama nasıl haber verildiyse, amcam duyar duymaz köye gelmiş. Fakat babamı hastaneye götürdükleri için oradakiler ölmüş olabileceğini söylemişler ve amcam bu haberden etkilenince de Hidayet arabayı kullanmış.
   Devlet hastanesinin nedense hemen morg bölümüne geçtik. Baktım annem orada kaldırım taşına oturmuş ağlıyor, köyden duyan birkaç kişi gelmiş… İşte orada babamın ölmüş olduğunu anladım… Annemle sarışıp ağladık fakat metin olmalıydım ve bundan sonra yapılması gerekenler vardı. Hemen abim, amcam, köyden gelenlerle neler yapılması gerektiğine karar verip işbölümü yaptık. Birisi köye gidip sala okutacak ve mezar hazırlığı yapacaktı. Ben il sağlık müdürlüğünden defin izni alacak ve Burhan Köyü’ne haber götürecektim vb. (O günlerde böyle iletişim araçları yoktu ve bizim akrabalar geniş bir coğrafyaya yayılmışlardı. Ama yine de nasıl olduysa bir şekilde herkes birbiri ile iletişim kurabilmişti.)
   Babamın cenazesini uzun bir konvoy eşliğinde köye evimizin önüne götürdüğümüzde köpeğimiz Mark, bir benim ayağıma gelip yüzünü sürüyor ve ağlıyor, bir abimin ayağına (abimi de çok sevmezdi aslında) gidip yüzünü sürüp ağlıyordu. Bir köpek bir hayvan böyle gözlerinden boncuk boncuk yaş dökerek ağlar mıydı? Daha önce böyle bir şey yaşanmış mıydı acaba? Biz cenazemizin telaşı içerisinde köpeğimizle meşgul olamadık aslında, onun da acısını paylaşamadık… O da bir cenaze sahibiydi, onun da teselli edilmesi gerekmiyor muydu? Bütün bunlar çok sonra düşündüklerim tabi ki.
   Babamın cenazesini köy mezarlığına yoğun bir kalabalıkla defin ettik ve dini vecibeler, adetler yerine getirildikten sonra köye döndük. Bu süreçte Mark bizimle mezarlığa gelmemişti ve mezar yerini bilmiyordu. Mark babamın düşüp kalp krizi geçirdiği say taşın üzerine o sıcakta uzanmış kalkmıyordu. Normalde köpekler sıcakta kendilerini gölge ve serin bir yere atarlar tıpkı bizim gibi. İkinci gün hala yattığı yerden kalkmayan ve verdiğimiz yemeği yemeyen, suyu içmeyen Mark bizim için bir endişe kaynağı olmaya başlamıştı. Annemin ablası olan Eşe teyzem “babanızın bir eşyasını koklatın geçer” dedi. Bende bunun üzerine Mark’ın burnunun önüne babamın giydiği ayakkabıları koydum. Aman Allah’ım! Mark ayakkabıları kokluyor, hüngür hüngür ağlıyor gibi sesler çıkarıyor ve gözünden sel gibi yaşlar akıyordu. Bir süre dayanabildim bu duruma ve daha kötü olacak diye ayakkabıları burnunun önünden aldım. Sen misin bunu yapan. Burnunu ayakkabı koyduğum yere koydu ve kıçını havaya dikti, kendi etrafında 360 derece burnunu kaldırmadan dönmeye başladı… Bu dönme işlemi dakikalarca sürdü… Tam köpek iyice aklını kaybetmeye başladı dediğim sırada dönmesini durdurdu. Kendisini çağırdım ve verdiğim suyunu içti, yemeğini yemeğe başladı.       

                                              BÖLÜM 16


   Bu seferde babamın na’şının yıkandığı teneşir tahtasının yanına geldi ve na’şın yıkanmasıyla akan suyun bıraktığı çamurlu su birikintisinin üzerine yattı ve başını oraya koyarak yatmaya başladı. Sıcak falan dinlemiyor ve oradan kalkmıyordu. Bu arada cenazeye gelen eş dost elbirliği ile traktörün lastiğini şişirmişler ve tekrar traktöre takmışlardı. Belki kendisine gelir diye traktörü çalıştırdım ve yakınına getirdim… O da ne! Traktörün marşına basmamla sevincinden çılgına dönen köpek, şimdi traktöre kinli gözlerle bakıyordu… Bunu gözlerinden sezebiliyordunuz. Belli ki babamın ölümünden traktörü sorumlu görüyordu. Traktörle şöyle bir tarlaya gider gibi yaptım acaba gelecek mi diye… Nafile yerinden kımıldamıyordu. Bu arada biz cenaze işlemleri ile uğraşırken ve gelen gidenlerle ilgilenirken, tarlada bulunan kabaklarda toplanmadığı için tohuma kaçmış, sebze özelliğini kaybederek sararmaya başlamıştı. Güzlük yapmış olduğumuz kabak sebzeciliği de boşa gitmişti.
   Bu şekilde bir on gün geçmiş, ben Mark yesin diye kasaplardan kemik topluyor, tavuk kırıntıları alıyor ve bunları haşlayıp önüne koyuyordum yine de ağzına sürmüyordu.(Av köpekleri yakaladıkları avı yemesinler diye çiğ ete alıştırılmazlardı.) Bazen akşamüstleri ikindi vaktinde yerinden kalkıyor, bir süreliğine görünmüyordu. Daha sonra orada sebzeleri olan Erdal “Feray, sizin köpek akşamüstleri babanın mezarına geliyor, etrafında bir süre dolandıktan sonra tekrar köye dönüyor” demişti. Şaşırmıştım biz cenazeyi köyden yaklaşık iki km uzaklıkta olan Akkent Mahallesi sınırları içerisinde olduğu için tabutu bir kamyonetin kasası üzerinde götürmüştük. Yani koku alarak gitmesi mümkün değildi. Bizim hemen sonrasında yaptığımız kabir ziyaretine de bizimle gelmemişti. Nasıl oluyor da babamın mezarını bilebiliyordu. Demek ki mezarı tek başına ziyaret etmek istiyordu. Bizimle gitmek isteseydi mutlaka bunu belli eder veya biz kabir ziyaretine giderken çağırdığımız halde gelirdi. Ben de hiç Mark’ı mezara giderken takip etmek istemedim. Bu artık onun özeli ve tercihiydi. (Babamın bir arkadaşı domuz avı sırasında domuzlar tarafından öldürülmüş, köpeği de mezarının üzerinde günlerce aç susuz yatarak ölmüştü. Babam hep böyle bir köpeğim olsun isterdim demişti. İşte şimdi böyle bir köpeğe sahip olmuştu. Herhalde diğer tarafta da beraberlikleri sürüyordur.)
   Bu arada okulda dersler de başlamıştı… Hem okula gidiyor hem de evdeki yaşamımızın normalleşmesine uğraşıyorduk. Bir hafta sonu bahçenin alt kısmında bulunan çalıları temizlemek amacı ile tahrayı elime aldım ve Mark’ı da çağırdım. Israrlı çağırmalarım karşısında gönülsüzce peşimden gelmeye başladı. Bahçeye ulaştığımızda biraz çalıları tahra ile kestikten sonra bakalım ne yapacak diye “Mark! Baba nerde?” dedim… Keşke demez olaydım köpek çılgınca, feryat figan havlayarak… Bahçenin bir üstüne, bir altına, bir doğusuna, bir batısına çılgınca koşarak havlıyordu.  Söylediğime de pişman olmuştum. Aslında ben Mark için bir değişiklik olsun diye bahçeye gelmiştim… Çalıları budamak bir bahaneydi. Mark’ı yanıma çağırdım kan ter içerisinde kalmıştı… Başını okşayarak, sırtını sıvazlayarak sakinleşmesini sağladım ve “ hadi oğlum, eve gidelim” dedim. Tekrar eve dönmüştük. Hayat kendi rutini içerisinde devam ederken bir gün sabah Mark’ın olmadığını fark ettik. Oysa akşam evdeydi ve evin etrafında keyifsizce yatıyordu. Öğleye kadar ortalıkta görünmeyince içimize bir şüphe düşmüştü. Asil köpekler ölecekleri zaman ölülerini göstermezler ve gözden uzakta bir yerde kendi başlarına ölmeyi tercih ederler. Daha önce bizde iken ölen köpeklerimiz de evi terk ederler, günler sonra cesetlerini tesadüfen bulurduk. Abim bir yandan ben bir yandan aramadığımız ağaç dibi, çalılık, aramadığımız in delik kalmadı. Bu günkü üniversitenin bulunduğu alan çam ağaçları ile kaplıydı tamamını taradık, bahçede her yere baktık, babamın mezarını iki üç defa kontrol ettik… Yer yarılmıştı da yerin içerisine girmişti. Hiç olmazsa dirisini olmazsa ölüsünü bulalım bir yere defin edelim diyorduk…
   Yaklaşık Mark’ın kaybolmasının üzerinden bir hafta geçmişti ki… Köy kahvesinde otururken merhum Emin Kaya yanıma geldi ve “Feray, Ahmet Öksüzlerin orada çam ağacının altında bir köpek yatıyor, ölmek üzere yetişebilir misiniz bilmiyorum sizin köpek olabilir” demesi ile ben yerimden fırladım ve koşarak Mark’a ulaşmak istedim. Belki ölmeden kurtarabilirdim veya son nefesinde yanında olabilirdim… Birkaç dakika içerisinde Emin’in söylediği ağacın altına ulaştım. Gerçekten de Mark ağacın altına uzanmış yatıyordu. Fakat son nefesini vermişti… Yetişememiştim. Ceset soğumuştu. Demek ki Emin köpeği burada gördükten sonra evine uğramış, banyosunu yapmış, üstünü başını değiştirirken epey bir zaman geçmişti. Burada Emin’in bir suçu yok. Köpeğin bizim köpek olduğundan emin değildi ve bulsak bile yapacağımız bir şey yoktu. Ben buraları defalarca aramıştım. Bu günkü tıp fakültesinin yanı başında Fikri Sağlar’ın bakanlığı döneminde kültür binası olarak temel atılan yerde idi. Tabi bu yapılar o dönemler henüz yoktu. Bir başka ilginç olan şey ise bu ağaçta Deli Beyin Veli kendini asarak intihar etmeye kalkmış ve gecenin karanlığında arkadaşım merhum (çok genç yaşta kanserden öldü) Kamil ve babam tam zamanında bulmuşlar ve ipi keserek Veli’yi hayata döndürmüşlerdi… Birkaç yıl sonra önce sevgili Kamil, birkaç ay sonra da sevgili babam vefat ettiler. Veli ise Allah uzun Ömür versin hala hayatta.
   Mark’ın başında bir süre son anına yetişememenin üzüntüsü ile bekledim. Tüylerini sevgi ile okşadım. Tasmasını boğazından çıkardım. Fakat onu öylece orada bırakamazdım. Eve geçtim… Eve uzaklık taş çatlasa iki yüz metreydi. Kesinlikle eminin biz aradığımızda ya Mark burada değildi ya da biz ona yaklaştıkça o bizden saklanıyordu. Onun arzusu da bu değil miydi kimseye görünmeden ve rahatsızlık vermeden gözden uzak olarak ölmek! Abime ve evdekilere durumu bildirdim. Herkesi derin bir hüzün kaplamıştı… O bize babamın bir emanetiydi ama biz onu yaşatamamıştık. Abimle birlikte kazma, kürek ve bir çul parçası alarak tekrar Mark’ın cesedinin bulunduğu alana gittik. Burası kayalık bir alan olduğu için buraya gömemezdik. Mark’ı kucaklayarak yanımızda getirdiğimiz çulun üzerine yavaşça bıraktık. Mark için en uygun gömebileceğimiz yer olarak tarla yolunda bir tepelik alanın hemen dibinde bulunan küçük inin önünü belirledik.  Çulun bir ucundan abim, bir ucundan ben tuttum ve Mark’ı defin edeceğimiz alana taşıdık. Burada küçük bir çukur kazarak Mark’ı içine bırakıp üzerini toprakla iyice kapattık ki başka hayvanlar cesedi bulup çukurdan çıkararak kendilerine yem yapmasınlar… Artık Mark huzur içerisinde sevgili sahibine ulaşmıştı.

                                              BÖLÜM 17

   Yaylaya bağlantılı Mark’ın hayatını da anlatmış oldum. Mark ile anlatılacak birkaç hikâye daha var ama ben yayla yaşamı üzerine olan yazımdan da uzaklaşmayayım…
   Küçüklükten itibaren tabiri yerindeyse “İvriz’in iti” gibi arkadaşlarla yaylayı dolaştığımızdan dolayı her yerini bildiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. En fazla gittiğimiz yerlerden birisi Keklik Pınarı idi. Keklik Pınarı orman dairesinin hemen doğu yanından patika bir yol ile çam ağaçları arasından ulaştığımız… Orman dairesinin takriben yedi yüz metre kuzeyinde kalan küçük bir pınardı. Pınarın ağzında çam ağacı gövdesinden oyulmuş bir oluktan çeşme suyundan daha az su akıyordu. Fakat onu güzel kılan etrafının tamamen kızılçam ağaçlarla kaplı olmasıydı. Bazen o yolu göze alan aileler pikniğe geliyorlardı. Önüne meyvelerini ve içeceklerini soğuması için bırakıyorlardı. Biraz önünde de ağaçsız yeşil otlarla kaplı alanda da mangallarını yapıyorlardı. Bazen pınarın önündeki oluğu çıkaran veya atanlarda çıkıyordu. Bizde yeniden bir oluk yaparak pınarın ağzına takıyorduk. Bunu yapmazsak gelen su çamurlu yüzeyden süzülerek iniyordu ve içmeyi, kullanılmayı imkânsız kılıyordu. Buraya Üseli Köyü’nden Ömer Ünel, merhum DSP mv’liği yapmış olan Baki Gökçel abinin oğulları Tuncay ve Cengiz ile çok gelirdik. Haftanın iki üç günü oradaydık. Yaylanın en yoğun ormanlık alanı burada idi. Geçtiğimiz yıllarda orman dairesi yakınına orman içerisine ev yapmış olan açıkgöz birisi şebeke suyu yerine buraya bir boru döşeyerek suyun aktığı kısmı kapatarak kendi evine almıştı.
   Pınarın hemen biraz ilerisinde sık ağaçlar arasında dereye doğru dik bir yamaç vardı. Bu yamaç çam ağaçlarının pürleri ile doluydu ve biz altımıza aldığımız bir karton parçası ya da naylon parçası ile buradan aşağıya doğru saatlerce kayıyorduk… Bu kaymaların sonucunda ya dizimizde ya da pantolonlarımızın kıçımıza denk gelen kısımlarında sürtünmekten erimeler oluşuyor ve eve bu şekilde dönüyorduk. Tabi ben bu utanç içerisinde yoldan değil direk dağın üzerinden evimize iniyordum. Çünkü evimiz dağın batı yamacında, dibindeydi. Beni bu halde gören annem “Allah Allah! Yepyeni pantolon nasıl bu şekilde yırtılır diye” hayret içerisinde kalırken, onu çıkarıp diğer yeni pantolonu giymemi söylüyordu. Yaylaya gelirken nasılsa bol bol yeni kıyafetler alınmıştı! Birkaç gün sonra diğer pantolonlara da aynısının olacağının farkında değildi. Bu şekilde bütün pantolonları bitirmiştim ve annem babama Mersin’den yeni pantolonlar aldırmıştı. Annem sağ hala bu olayı ona anlatmış değilim.
   Bu güzelim ormanlık alan geçtiğimiz yıllarda çıkan bir yangında küle dönüştü. Orman içerisinde araç yolları olmaması (açılabilinirdi), bir kısmının kayalık ve dağlık olması ancak havadan müdahale edilmesine olanak verebildi. Aslında yıllar önce bu ormanı ben yakıyordum ama şans yanımdaydı ve aniden çıkan yağmur ile küçük yangın büyümeden söndü. Keklik pınarına giderken tam yolun orta kısmında bir yere oturduk ve orada yeni yeni sigara içmeyi denediğimiz dönemde sigaralarımızı yaktık, ben yanan kibrit ile kuru çam pürlerini tutuşturdum. Çam pürlerini tutuşturmamla alev yılan gibi hızla ilerledi ve büyüdü, küçük bir çam fidesini kapladı. Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Su yoktu, bir örtü yoktu… Hiçbir şey yapamıyorduk ve korkup telaşa kapılmıştık. Son çare pınarın başında bir su kabı bulup su taşıyabilir miyiz diye pınara koşturduk. Biz pınara ulaştığımızda bir sağanak yağmur başladı. Kapta bulamamıştık. Tekrar geri döndüğümüzde yağmurun etkisi ile yangının sönmüş olduğunu gördük. Bir daha böyle bir şey yapmak mı tövbeler olsun! Bu bana ve arkadaşlarıma iyi bir ders olmuştu!
   Geçmişte insanlarda doğa bilinci yoktu ve her şeyin tekrar oluşacağı bilinci vardı. Bu nedenle özellikle fıstık çamları fide halindeyken tepesinden kesiliyor ve o kesilen kısma çakı bıçağı ile şekiller veriliyor, kurutularak baston haline dönüştürülüyordu. Gerçekten güzel ve göz alıcı bir baston ortaya çıkıyordu ama bir ağaç büyümeden katlediliyordu. Hâlbuki bu bastonlar kızılcık veya demircik denilen bir çalının dalından da gayet güzel yapılabiliyordu. O dönemlerde böyle bir furya vardı ve yaylacılar yüzlerce ağacı bu amaçta katletmişlerdir. Sonra orman idaresi ve jandarma bu olaya müdahale ederek katledilen ağaç sayısını azaltmıştır. Şimdi insanlarda doğa bilinci gelişince bu olaylar yok noktasına geldi.
   Yine yanımızdaki yayla evinde kalan Urfalı komşularımızın biz yaşlarında Eyüp ve Mehmet adlı iki oğlu vardı (diğer büyük ve küçükler haricinde). Eyüp ve Mehmet ailelerine katkı olması amacı ile her gün otelin altındaki fırında yapılan simitleri tepsilerine alıp, bu tepsileri de başlarına yerleştirerek biri yaylanın bir tarafına, diğeri bir tarafına olacak şekilde satışa çıkıyorlardı. İkindine kadar da simitlerini bitirmiş oluyorlardı. Eyüp bir gün bana “sende simit sat” dedi ama baktım ben onlar gibi başımın üzerinde o tepsiyi taşıyamam… “Yok, ben satamam” dedim. “O zaman bana takıl beraber gezeriz hem benimde canım sıkılmaz” dedi. “Olur” dedim ve Eyüp’le dolaşmaya başladım. Birkaç gün sonra Eyüp, “Feray sende çiklet sat” dedi. Ben yapamam falan derken denemek amacı ile yaylaya gelen toptancıdan bir kutu çiklet aldım ve Eyüp simit, ben de çiklet satmaya başladık. Bir taraftan da utanıyordum. Çünkü daha önce hiç gelir getirici iş yapmamıştım.  Gittiğimiz her yerde köylülerimiz ve akrabalarımız olunca beni de çiklet satar görünce bir alacaklarsa on alıyorlardı. Küçük bir çocuk için iyi paraydı. Ben Eyüp gibi babama da vermiyordum. Ertesi gün toptancıdan iki kutu çiklet aldım. Bu bir süre devam etti. Fakat baktım insanlar benim hatırıma çiklet alıyor… Sanki insanları kullanıyormuş hissi oluşmuştu. Bende ilk para kazandığım işi bıraktım. Eyüp ve Mehmet okudular ve öğretmen oldular. Hani hesapsız zengin olanlar zenginliklerini açıklarken; simit sattım, şunu yaptım, bunu yaptım zengin oldum diyorlar ya… Eeeee… Bizde sattık bir zengin olamadık!

                                              BÖLÜM 18

   Yaşıtım olanlar bilir… Zamanımızda Teksas, Teks, Tommiks, Kaptan Swing, Zagor gibi çizgi romanlar ve Gırgır, Fırt gibi dünyanın en çok satan mizah dergileri vardı. Bu dergiler hükümetlere yalakalık yapmayan, onları çok zeki mizahi anlayışla eleştiren, insanları güldürürken düşündüren, bu günkü gibi karmaşık anlaşılması zor bir mizahı yansıtmadıkları için satışları milyonlara ulaşarak dünyanın en çok satan mizah dergileri oldular. Haftalık yayınlandıkları için çizgi romanları ve mizah dergilerinin gazeteler ile birlikte bayiye gelmesini dört gözle bekler… Kalmayacak korkusu ile bayinin yanında beklerdik. Bazen gazetelerin bile gelmediği günler olduğu için boşuna beklemiş olurduk. Gazeteler gelse bile dergiler gelmeyebiliyordu. En çabuk tükenen gazete Cumhuriyet olurdu çünkü alıcıları belli ve az sayıda gelirdi. En çok satılan gazeteler ise; Günaydın, Hürriyet, Milliyet ve az da olsa Tercüman gazetesi olurdu. O günlerde gerçekten okur sayısı mı fazla idi yoksa gazeteler mi az geliyordu? Ben okur sayısının fazla olduğunu düşünüyorum. Çünkü televizyonlar yoktu. Radyo sayısı az idi. Bu nedenle insanlar günlük olayları gazetelerden takip ediyorlardı.
   Aldığımız çizgi romanlar ve dergiler birkaç koliyi dolduruyordu. Otelin altındaki kahvenin girişine genç birisi kullanılmış dergi ve kitapları seriyor… İkinci el olarak satıyor veya kiraya veriyordu. Bende olmayan serileri ondan satın alıyor veya kiralıyordum. Kiralamak daha ucuza geliyor orada oturarak veya eve götürerek okuyordum. Evde biriken kitaplar fazla yer kapladığı için annem mızmızlanmaya başlıyor ve yakmakla tehdit ediyordu. Bende kitaplarımın yakılmasındansa o ikinci el kitapçı gibi kitapları değerlendirmeyi düşündüm. Bizim sokağın karşısında ahrazın durduğu yere bende gazeteleri seriyor ve üstüne kitapları sererek sergiliyordum. Kitapları taşımamda arkadaşlarım da yardımcı oluyorlardı. Benim kitaplarıma ilgi daha fazla oluyordu çünkü kitaplarım yeniydi. Kitapları zedelemeden, çizmeden, kenarlarını bükmeden okurdum. Gerçi halada öyleyim ve otuz yıl önce aldığım kitaplarım bile kitaplığımda yeni gibi durur ve yıpratırlar korkusu ile pek kimseye vermem. Kitaplarıma olan bu ilgiyle kitaplarım hızla tükeniyordu. Kiraya alanların bazıları evde okuyup getirelim diyorlar fakat sonrasında getirmiyorlardı. Bazı günler bende otelin altındaki kahvenin girişinin diğer tarafına sergimi açıyordum. Pazartesi ve Salı günleri insanların çoğu şehre indiği için iş yavaşlıyor ama diğer günler tekrar artıyordu. Böylece okuduğum kitapları tekrar paraya çevirmiş oldum ve tükettim. Evde herkes memnun olmuştu. Kitaplar tükenmişti… Bu sürede ben evden harçlık almamıştım…
   Bazı günler Mezargediği’ne gidiyor amcamların orada harman yerine kurdukları gıncırlağa biniyorduk. Gıncırlak, andız ağacından yapılan bir kazık toprağa çakılıyordu. Bu kazığın toprak üstünde kalan boyu bir, bir buçuk metre aralığında olur, üst uç kısmı çok sivri olmayacak ve tam tepe kısmı küt olacak şekilde sivriltilirdi. Sonra bunun üzerine koymak üzere yine beş, altı metre boyunda yine andız ağacından bir direğin tam orta kısmına bir oyuk açılır, bu oyuk çakılmış olan kazığın tepesine geçirilirdi. Ondan sonra direğin iki tarafına birer, ikişer kişi geçerek karınlarının üstüne yatarak direği çevirirler, bir taraf üste çıkar, diğer taraf altta kalarak dönerlerdi. Bu dönüşler esnasında gıcır gıcır gıııcıııırt… Sesler çıkardı. Bazen daha iyi ses çıksın diye direklerin birleştiği noktaya kömür konarak seslerin daha iyi çıkması sağlanırdı. Çıkardığı sesten dolayı “gıncırlak” diye adlandırılan eski eğlenceli bir Yörük oyun geleneği idi. Bugünkü tahterevalliler gibi düşünebiliriz ama gıncırlak üç yüz altmış derece dönebiliyordu.
   Aslında yayla hayatımız bayağı renkli geçiyordu(!) Halil ve Ercan amcam haftanın en az bir günü birileriyle kavga ediyorlar, onları karakoldan çıkarmak babama kalıyor, eğer karakol komutanını tanımıyorsa orman işletme şefi Hayrullah amcayı devreye koyarak bunların çıkmasını sağlıyor, sonra eve getirip “Siz uslanıp, adam olmayacak mısınız, ben sizi karakollardan mı toplayacağım?” diyerek bir güzel de babam dövüyordu. Babam “Bunların yüzünden başçavuşun yüzüne artık bakamıyorum” derdi.
   Hayriye ve Eşe halam bizim sokağın başında bıçakçı Mahmut amcanın bitişik batısına yapılan dükkânlardan birisini kiralamışlardı. Burada örgü makinaları ile kazak ve ceket örüyorlardı. Çok da güzel işleri vardı… Bu yüzden gelen talepleri karşılamakta zorlanıyorlardı. Bizim bu iki amca yoldan geçip dükkâna ve halamlara bakan olursa dövmeye hazırlardı veya benim baktığım kıza sen nasıl bakarsın meselesi kavga sebebi idi. Bu aralar yanlarına birde Akarcalı boksör Ahmet Gök takılmıştı. Gerçekten boks sporu yapmış gözü kara bir delikanlı idi. Bu gözü kara üçlü neredeyse Fındıkpınarı’nı pıstırmışlardı.  Karşıdakinin elinde bıçak varmış, sopa varmış fark etmiyordu… Kendilerini ölümüne kavgaya atıyorlardı. Hatta bir seferinde sopadan kafaları yarılmış ve bıçak sıyrıkları da almışlardı ama yine de karşılarındakiler haşat etmişlerdi. Bunlar yakalandıklarında karakolda sabaha kadar ayaklarının altından sopa yiyorlar sonra zemine dökülen soğuk suya bastırılıyorlardı. Ufak derecede elektrik şokları da yemişlerdi. Ayaklarının tabanını gören annemin yüreği erimişti. Bu halde dedemin yanına göndermediler ve tabanları iyileşinceye kadar bizde kaldılar. Annem onların yengeleri olması yanında aynı zamanda teyzeleri idi. Babam ve dedem iki bacıyı almışlar dolayısı ile her ikisi de bacanak olmuşlardı. Biraz kafanızın karıştığını ensest bir ilişki olduğunu düşünür gibi olduğunuzu biliyorum çünkü ben bile bu ilişkiyi genç olunca çözdüm. Babaanneme teyze diyordum. Amcamlar, halamlar anneme teyze diyorlar, sadece en büyük halam “Gökşen” diyor, en büyük amcam “Gökşen hanım” diyordu. Benim amcalarım ve halalarım teyze oğlum veya teyzekızımdı. Bunlarda benim dayılarıma dayı diyorlardı…
   Bu kadar kafa karışıklığından dolayı açıklayayım bari… Babam, en büyük halam Vuslat ve en büyük amcam Erdal küçüklerken anneleri genç yaşta apandisten ölmüş. (O dönemlerde köyden doktora gelmek kolay değil… Hoş hala apandisten insanlar ölebiliyor.) Dedem tekrar evlenmiş ve teyzemi almış… Babam büyüyüp Köy Enstitüsünü bitirip öğretmen olunca teyzem dedeme “Kıyasettin ile bacım Gökşen’i evlendirelim” demiş ve böylece teyzem oğulluğuna kız kardeşini yapmış… Bütün mesele bu!... Hala anlamayacak ne var?...
   İşte bu yüzden annemin yeğenlerine yüreği yanardı ve tüm yeğenlerini çok severdi, onlarda annemi çok severlerdi.
   Bizimkilere Daltonlar diyeceğim ama Niyazi amcam bunların kavgalarına pek karışmaz o hayvanlarla ilgilenirdi. Onun için bu üçlüye “eküri” diyeyim. Yaptıkları kavgalardan ve sonucunda karakola girip çıkmaktan artık karakol komutanı ile de samimi olmuşlar ve artık karakol komutanının çayını içmeye de gidiyorlar, kahvede birlikte oturup muhabbet ediyorlardı. Bu samimiyet karşılarındaki diğer gençlerin gözünü daha da korkutuyordu. Daha sonraki yıllarda boksör Ahmet, Hayriye halamla evlenerek eniştemizde oldu… Şurada on yıl öncesine kadar aynı atılgan boksör Ahmet’ti.

                                              BÖLÜM 19

  
   1970’lerin ortasında itibaren ülkedeki siyasi ortam… Sağ-sol çekişmeleri yaylaya da yansıyordu. Herkes burnundan solur bir şekilde birbirlerine ters ters bakıyor, en ufak bir sözlü veya hareketli tacizde birbirlerinin boğazına çökmek için fırsat kolluyorlardı. Jandarma güçleri de havayı sezinlemiş veya uyarılmış olacaklardı ki gece-gündüz devriyelerini gittikçe arttırmışlardı. Esasen Fındıkpınarı içerisinde sol hâkim görünüyordu, varsa da ülkücülerin sesi soluğu çıkmıyordu. Asıl ülkücü gruplar Bozön Güzlesi’nde oturan gençlerdi ki onlarda zorunlu olmadıkça Fındıkpınarı’na gelmiyorlar, gelseler bile küçük gruplar halinde geliyorlardı. Biz solu temsil eden gençler olarak daha rahattık çünkü yayla bizim hâkimiyetimiz altındaydı. Devyolcu, Devsolcu, Kurtuluşcu vb. fraksiyonlara sahip gençler olarak bu ayrımları bir kenara bırakarak hemen her gün kahvelerde bir araya geliyor sohbetler yapıyorduk. Kendimizi geliştirmek, yaylada nasıl örgütlenebileceğimiz, bir saldırı konusunda neler yapacağımızı görüşmek üzere ikindi vaktinde; ikişerli, üçerli gruplar halinde yol boyuna çıkmış gibi Akarca Güzlesin’e doğru gidiyor ve güzlenin çıkışından sola sapan patika bozuk yoldan yaklaşık yüz metre ilerde büyükçe bir meşe ağacının gölgesi altında toplanıyorduk. Bu toplantılarımıza bizden daha büyük ve eğitimli olan abilerimiz önderlik ediyordu. Bu kişiler Bozön Köyü’nden Ahmet Şimşek (öğretmendi), Turunçlu Köyü’nden Mehmet Uysal (öğretmendi), Tece Kasabasından Uğur Taş (öğretmendi), yine büyüğümüz olarak Akarcalı boksör Ahmet Gök (eniştem), Bozön Köyü’nden Şener Gökçe büyük olarak başımızda bulunuyorlardı. Biz çömezler olarak; ben, abim, Tece kasabasından Salim Dik, Salim Taş, Mehmet Uysal, Çavak Köyü’nden Ekrem, Hacı, Arap Mustafa, Turunçlu Köyü’nden Durmuş Ali Uysal ve hatırıma gelmeyen üç beş kişi daha orada oturuyor… Ülke gündemini tartışıyorduk. Büyüklerimiz bize ödev olarak; Karl Marks’ın “Komünist Manifesto ve Kapital” kitapları, Engels ve Lenin’in kitapları, dergiler ödev olarak verilir ve bir dahaki toplantıya anlattırılmaya çalışılırdı. Lan! Kalın kalın kitaplar, bizim anlamakta zorluk çektiğimiz sözcük ve kavramlarla sanki anlamamamız için yazılmış kitaplar… Gel de anlat! Kendimiz anlamamışız ki kime ne anlatalım. Biraz kem küm ederek anlayabildiğimiz noktaları anlatmaya çalışıyoruz… Bereket büyüklerimiz devreye girerek eksik kalan bölümlerde veya konunun daha iyi anlaşılabilmesi için daha yalın ve anlaşılabilir şekilde konuyu açıklıyorlardı… İşte solculuk bir de böyle zor bir şey. Anlaşılamayanı anlamaya çalışmak ve boyundan büyük işlerin altına girip oradan alnının akıyla çıkabilmek.
   Bizim iki Salim’den birisi (Dik) uzun boylu ve iriyarı, diğer Salim ise (Taş)kısa boylu ve çelimsiz sayılmazdı. Ama ikisi de birbirinden cevahir (Salim isminde mi bir şey vardı acaba?), cesur yürekli ve asabi. Kendilerine ters bakan oldu mu ikisi birlikte saldırıyorlar ve karşıdakini haşat ediyorlar. Karşıdakini ellerinden almak bana ve Mehmet’e (Teceli) kalıyor. Sanki iyi polis, kötü polisi oynuyoruz. Hâlbuki ben hayatımda her zaman şiddete karşı çıktım. Benim gibi keza Mehmet’te. Sonra bizim Salimler başlıyorlar birbirlerini asabilikle, çok dövmekle suçlamaya, ben döversem sen karışma, sen döversem ben karışmayayım diyorlar… On dakika geçmeden bir başkasını aynı şekilde dövmeye devam ediyorlar. Dayak yiyenler korkudan gidip şikâyetçi de olamıyorlar… İşte yaylada siyasetin yansımaları bu şekilde oluyordu.
   Yaylanın en eğlenceli dönemi 30 Ağustos Zafer Haftası kutlamalarının olduğu hafta oluyordu. Bu kutlamalar genelde Mersin’in tüm büyük yaylalarında coşku ile yapılıyordu. Bir hafta öncesinden başlayan kutlamalarda çok fazla olmasa da konserler, ip cambazları; ilk defa yaylada izlemiştim bir daha da görmedim, sihirbazlık gösterileri, yine az olsa da halk oyunları ekiplerinin gösterileri ve karakucak güreşleri ile sona eriyordu.
   İp veya tel cambazları, ayaklarına uzun sopalar geçirerek, bu boyada uygun kalın çizgili pantolon diktiriyorlardı ki biz daha uzun görelim diye… Bu şekilde yaylayı bir uçtan bir uca yürüyorlardı, arkalarında da yığınla çocuk. Gösterinin nerede ve ne zaman yapılacağını bildiriyorlardı. Güreş alanı dediğimiz Beşkoz Mahallesindeki harman yerine iki direk arasına tel çekiyorlar ve bu tel üzerinde elinde uzun bir sopa ile dengeyi sağlayarak, direğin bir ucundan diğer ucuna kadar yürüyor, bazen de düşecekmiş gibi yaparak izleyicilerin yüreklerini ağızlarına getiriyordu. Tabi en tehlikelisi düşmesi halinde alta üzerine düşeceği bir filenin olmamasıydı.  Bu tehlikeli gösterinin etkisi izleyici üzerinden gitmeden yardımcılarından birisi bir kap ile izleyiciler arasında dolaşarak para toplamaya başlıyordu. İnsanlarda gönüllerinden ne koparsa o kabın içerisine bırakarak o günün hasılatını oluşturuyorlardı.
   Bazen de Huduni gibi sihirbazlar gelir ve yine güreş alanına çadırlarını kurarlar. Halka duyuru yaparlar ve afişlerini asarlardı. Bunlar çadır içerisine izleyiciyi bilet karşılığı alır ve sihirbazlık hünerlerini gösterirlerdi. Sihirbazlar günde üç veya dört seans gösteri yapabiliyorlardı.
   Bu hafta boyunca torpil dediğimiz patlayıcılar, mantar tabancaları ve kız kovalayan dediğimiz fısfıslar, çatapatlar, füze veya diğer adıyla roketler bayram haftasının vazgeçilmezleri idi. Aslında bunlar son derece de tehlikeli, insanları yaralayabilen veya sakat bırakabilen eğlence(!) araçları idi. Bir gün fısfısı (kız kovalayan, arkasında az miktarda pamuk, ön kısmı ise barut dolu olan sigaramsı bir alet) bir çocuk ateşledi ve bıraktı… Fıs diyerek tutuşan ve barutun alev alarak itme gücüyle havada zikzak çizen bu nesne yoldan geçen orta yaşlı birisinin… O da garibim bayram nedeni ile belki de o gün ilk defa giydiği ipekli gömleğiyle oradan tesadüfen geçerken, sırtına değmesi ile gömleğin baştan sona kadar erimesi bir oldu. Adam şaşkınlık içerisinde bakarken belden yukarısı çırılçıplak kalmıştı… Bizler şaşkınlık ve korku içerisinde donmuş kalmıştık. Doğal olarak adam fısfısı atan çocuğu kulağından yakalayarak babasına götürdü. Herhalde gömleğin parasını almıştır(!) Bir günde torpil denilen patlayıcıyı arkadaşlarım benden habersiz ayağımın dibine atmışlardı ve ayağımın dibinde patlayan torpil el parmaklarımı şişirmiş günlerce acı çekmiştim. Yaylanın her yanından patlama sesleri geliyordu. İnanın birini tabanca ile vursanız ancak vurulan görülünce bir ateşli silahın ateşlenerek insan öldürüldüğü veya yaralandığı ortaya çıkardı. O dereceydi yani! Ama en muhteşemi 29 Ağustos’u 30 Ağustos’a bağlayan gece olurdu… Bu gece de gecenin karanlığında atılan maytaplar arkalarında bir ışık huzmesi ve duman bırakarak, ıslık sesi gibi ses çıkarır, son çıkabildiği noktada patlardı. Bu tüm yaylanın dört bir tarafından atılırdı. Bizler buna ilaveten günler öncesinden biriktirmiş olduğumuz külleri gazyağı ile yoğurur ve bunları yuvarlak hale getirerek yan yana dizerek her birini tutuştururduk. Ortaya harika çok uzaktan görülebilen küçük alev topakları çıkardı. Bu bugün yapılsaydı herhalde gençler kalp motifleri oluşturarak bir yerlere mesajlar verirlerdi. Beşkoz girişinde çatmalarda yaşayan Abdallar da davul ve zurnaları ile bu bayram havasına katılırlardı.
   30 Ağustos günü artık yayla için büyük gündü… Araç park edecek yer bulmakta zorlanırdınız. Çünkü o gün karakucak güreşleri yapılacaktır. Davullar çift çift sabahtan itibaren çalınmaya başlar. Türkiye’nin tüm illerinden gerek güreşçi olarak, gerekse seyirci olarak yoğun katılım olur. Eskiden güreş müsabakalarının hastalık derecesinde yoğun bir seyircisi olurdu. Kadınlı erkekli hangi ulaşım araçlarını bulmuşlarsa onunla gelirlerdi. Birkaç gün öncesinden dahi gelenler olur, yakınları varsa yakınlarının yanında yoksa açık havada yatarlardı. Bu bahane ile birkaç gün yayla da yapmış olurlardı. Bizimde Tarsus Kösereli Köyü’ndeki babamın Yörük teyze ve teyze çocukları gelirdi. Türkiye, Avrupa, Dünya ve Olimpiyat şampiyonlarını ve derece almış güreşçilerini, genç yetenekleri izleme şansını da yakalamış olurdunuz.
   Müsabakalara geçilmeden önce sabah gelecek yılın güreş ağası seçimi yapılırdı. Ağa adayları açık arttırma ile ağalığı almaya çalışırlardı. En fazla parayı veren ağalığı da almış olurdu. Ağalar genelde narenciye tüccarlarından oluşurdu… Bunlarda ya Mezitli’den ya da Çeşmeli’den oluyordu. Güreş ağalığı olmazsa muhtarlık bütçesi ile bu organizasyonları yapmanın imkânı yoktu. Bazen parasal anlamda sıkışıldığında kahvede yaylacılardan gönlünden ne koparsa şeklinde para toplanırdı. Öğleden sonra güreşlere geçilir; güreşçiler deste küçük boy, deste orta boy ve deste büyük boy olarak gruplara ayrılırlardı. Bazen güreş esnasında iyi güreş tutan gençler için birileri bizim yerel köy şapkalarını açarak para toplardı. Bazen güreş müsabakaları gecenin ilerleyen saatlerine kadar bitmez… Bu anda araçların farları yakılarak bunların ışığında müsabakalar sürdürülürdü. Bazen sporcular aralarında anlaşmalı güreş yaparak kendilerini yormadan birbirlerine yıkılırlar, bunu anlayan halk da büyük protestolarda bulunurlardı. Aslında favori güreşçiler tüm yaylalarda güreştikleri için kendilerini yormadan tüm hasılatları toplayıp kırışmayı sık sık yapıyorlardı (Belki de kendilerince haklıydılar. Birkaç gün peş peşe güreş yapmakta kolay değildi).
   Fındıkpınarı’na yaylaya çıkan köylülerin dağılımı hep dikkatimi çekmiştir. Mersin’in batısında Çeşmeli – Kargıpınarı Köprüsü’ne kadar olan köyler Fındıkpınarı’na, doğuda Gözne yolunun batısında kalan Üseli, Çavak gibi köyler Gözne, Soğucak kendilerine daha yakın olmasına rağmen Fındıkpınarı’na yaylaya çıkarlar. Gözne yolunun doğusunda kalan yaylalar ise Soğucak, Bekiralanı, Gözne, Ayvagediği gibi yaylalara çıkarlar. Tabi azda olsa karışık çıkan olsa da bunlar istisnayı teşkil ederler. Sanki arada bir sözleşme yapılmış gibi gelir bana.
   Artık 31 Ağustos’tan itibaren ayrı bir göz zevki ve hüzün oluşmaya başlar… Geceleri Yörük alışkanlıklarından kalma göç ateşleri yakılmaya başlanır. 30 Ağustos öncesi de tek tük gözlenir ama asıl çoğalma 30 Ağustos’tan sonra gözlenir. Tek tek görürsünüz… Aaaa! Yarın Mehmet amcalar gidiyor, Hatça teyzeler gidiyor. Bak bak! Ali gilde gidiyor. Şuraya bak şuraya! Ayşenlerde gidiyor. Gibi kimlerin yarın göç edeceğini bilirsiniz. İçinizde bir burukluk bir hüzün oluşur. Yalnız kalma duygusu ağır basmaya başlar. Artık arkadaşlarınızın bir kısmı yarın yanınızda olmayacaktır. Size gideceklerine dair bir şeyde söylememişlerdir… Demek ki kendilerinin de haberleri yoktu ve akşam evde öğrenmişlerdir. Vedalaştıklarınızla ile gelecek yayla sezonu görüşmek üzere sözleşmişsinizdir… Hâlbuki kimin başına ne gelebileceğini kim bilebilir!
   Bu göç ateşi yakılmasının amaçları; hem gideceğinizden diğerlerini haberdar etmek ve bir nevi uzaktan da olsa vedalaşmak hem de özellikle Yörükler çatmalarından kalan dalları ve pislikleri, evi olanlarda evlerinin etrafındaki çerçöp ve pislikleri yakarak terk ettikleri alanı temiz bırakma amacını taşır. (Keşke piknikçilerde de bu bilinç olsa!)
   Yaylaya nasıl taşınılmışsa o şekilde eşyalar denk (mağraç) yapılarak, paketlenerek taşınır idi.
 
   Bu neredeyse küçük bir kitap ölçütlerinde oluşan yazı dizimde; sizleri geçmiş yıllara götürerek, kendi yaşam kesitlerimden örnekler katarak, özellikle Fındıkpınarı yaylası ile ilgili yaylacılığı anlatarak anımsatmaya, yaşı yetmeyenlere geçmişte yaşamın nasıl olduğunu betimlemeye çalıştım.
Önceden hazırlanılıp üzerinde düşünülmeden, yaşıtlarımın, büyüklerimin ve çevremin görüşlerini almadan yazdığım için… Muhakkak ki birçok değinilmesi gereken özellikleri unutmuş veya atlamışımdır. Bu konuda affınıza sığınıyorum.
                                              BİTTİ

                                                                                    Feray ÜNAL

2 yorum:

  1. https://www.facebook.com/F%C4%B1nd%C4%B1kp%C4%B1nar%C4%B1-t%C3%BCrkmenleri-731622143544858/

    YanıtlaSil
  2. Yazınizi büyük bir keyifle okudum.Bazı yerdede gözlerim yasarmadı değil (babanız için başınız sağolsun ).Bende anne tarafi Tarsus koselerli.Baba tarafı kocavilayet yoruklerindenjm.

    YanıtlaSil