MERSİN’DE
YAYLACILIK : FINDIKPINARI
BÖLÜM 1
Bu
sıcak günlerde hem biraz serinleyelim, hem de geçmişten günümüze şöyle yayla
günlerimizi bir hatırlayalım dedim.
Yayla (plâto), yüksek yerlerdeki derin akarsu vadileriyle yarılmış
yüksekte kalan düz arazi şeklidir.
Mersin’in de kendine has onlarca yaylası vardır. Fakat en büyükleri;
Merkeze bağlı olarak Gözne, Fındıkpınarı, Arslanköy, Soğucak, Bekiralanı olarak
sayabiliriz… Daha önce de söylediğim gibi bunlar dışında onlarca yayla
oluşmuştur. Yaylalarımıza baktığımızda hepsinin içerisinden bir akarsuyun
geçtiğini görürüz. Genelde deniz seviyesi yükseklikleri 1000 m’den başlar 1500
m’ye kadar ulaşır. En yüksek rakıma sahip olan yaylamız Arslanköy’dür.
Ben üç yılda Gözne’de yazlı kışlı olarak yaşamışsam da asıl yayla olarak
büyüdüğüm yer Fındıkpınarı yaylasıdır. Bu yaylalar içerisinde yayla özelliğini
kaybederek şehirleşmeye başlayan ilk yayla da Gözne yaylasıdır. Gerek şehre
yakınlığı ve ulaşımın kolay olması, gerekse yaylalar içerisinde ilk kurulan
belediyelerden biri olması Arslanköy ile birlikte, imar planlarının da
oluşturulması ile çok katlı apartman türü yapılarda oluşmuştur. Yanılmıyorsam
Aşağı Gözne mahallesinde altı katlı apartmanlar vardı. Hızla eski ahşap ve taş
yayla evleri yıkılarak günümüz konutları yapılmaktadır. Gözne’de çok nadir eski
yayla evi bulabilirsiniz. Bence en görkemlisi yine yanılmıyorsam şu anda
Kızılay’ın olan Amerikalılardan kalma binadır. (Aşağı Gözne ile Yukarı
Gözne’nin ayrıldığı noktadadır.)
Yayla kültürü bizlere yörüklerden geçmedir ve hayvan yayıltmaktan (otlatmak,
gütmek) gelen yayıl, yayılak, yaylak sözcüklerinden yaylaya dönüşmüştür.
Şehirden veya köylerden yaylaya göç olaylarının bundan yüz elli yıldan öncesine
kadar gittiğini söylersem yalan söylememiş olurum. Amerikalıların bir kısmı
1860 yılında iç savaştan kaçarak Mersin’e gelmişler ve pamuk üretimini burada
yapmışlardır. Bu Amerikalılar, Gözne’den yer alarak yazlarını burada
geçirmişlerdir.(O dönemlerde Amerikalıların yaylaya çıkacak kamyonu veya
yaylaların vasıta için yolu var mıydı bilmiyorum ama… Göçler kervanlarla veya
at, deve, eşek sırtında yapılıyordu. Yaylaya şehirden göç de çok yoğun
değildi.)
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda ve Mersin’in kurtuluşunda yaylarımızın çok
önemli görevler üstlenmiştir. Özellikle Gözne ve Arslanköy müfrezelerimize üs,
eğitim ve komuta merkezi görevi üstlenmişlerdir. Hemen her yaylamızda kaleler
(kule) mevcuttur. Bunların tamamına yakını Ermeniler tarafından yapılmıştır.
Tahmini yapılış tarihleri bin yüzlü yıllardır. Gözne’de Korum mahallesinde bir
kaya parçasına yazılı olan Aramice (O dönemde Doğu Anadolu Bölgesi’nde
kullanılan bir dil. Günümüzde güney Lübnan’da az da olsa kullanılan ve
tükenmekte olan bir dil. O yıllarda Ermenilerin de kullandığı bir yazım
diliydi) yazıda “Uten geldi topladı…Ali neslinden gelenlere galep etti.”
Yazmaktadır. Türkçe anlamı ise; Uten adında bir komutan askerlerini topluyor ve
Ali neslinden gelen (Ali neslinden gelen? Yani Aleviler oluyor. Buda bize
gösteriyor ki o dönemin yörükleri “Türkleri” Alevidir. Ben çok iddialı
söylüyorum Anadolu’da yaşayan Türklerin tamamı bin beş yüz yirmi bir yılında
Yavuz Sultan Selim’in Hicaz’ı fethine kadar hepsi Alevi idi. Sonraki
yaşananları hepimiz biliyoruz. Tevekkeli ben kendimi hep Alevi gibi
hissetmişimdir. Bir gün Fındıkpınarı’na giderken babam Kuzucubelen’den (Alevi,
tahtacı köyüdür) geçerken bir evi göstermiş ve şu ev dayımların evi demiştir.
Kendi kendime ne alaka biz Sünni’yiz onlar Alevi… Nasıl akraba oluruz diye
düşünmüşümdür. Biz Kösereli yörüğüyüz. Demek ki en son Sünniliğe geçen
aşiretlerden birisi biz olmuşuz. Muhtemelen de dayımların dediği ev annesinin
dayısının olabilir) kişilere karşı zafer elde etmiş ve o günün anısına bu
kitabeyi yazmışlar. Ermeniler Mersin’e on birinci yüzyılda Selçukluların Van ve
yöresini ele geçirmesinden sonra kaçarak güney bölgemize gelmişlerdir. Düz
ovadan çok dağlık alanlarda güvenliklerini sağlamak amacı ile yaşamış ve ovadan
gelecek tehlikelere karşıda bu küçük, daha çok gözetleme amaçlı kale (kule)leri
yapmışlardır.
BÖLÜM 2
Bu
kadar giriş bölümünden ve sıkıcı tarihi konulardan sonra saadete geleyim. Ben
bin dokuz yüz altmışaltı yılından itibaren (o yılları az da olsa) yaylacılığı
ve Fındıkpınarı’nı bilirim. Burada yer edinmemizin de ilginç bir öyküsü vardır.
O yıl babam merhum Kıyasettin Ünal öğretmenliğini Tarsus’un Hasanağa (Bu köy
bin dokuz yüz altmış sekiz büyük sel felaketinde yok oldu.) Köyü’nde görev
yapıyordu. Yazlık olarak Fındıkpınarı’na çıkıyorduk. Annemin babası olan dedem merhum Köroğlu
Mehmet Çavuş (Yılmaz) bir Opel kamyon almıştı. Çocukları arasında kura ile bu
kamyon’un sahip olacak evladını belirlemek istemiş ve kurada kamyon anneme
çıkınca “Kızım sen kızsın, kocan öğretmen… Sen kamyonu ne yapacaksın?” demiş ve
sonradan bu kamyonun yerine bu günkü yayla arsamızı anneme almış.
Fındıkpınarı, şehir merkezine yaklaşık 40 km uzaklıkta şirin mi şirin
bir yayla idi. O yıllarda yollar çok bozuk ve dardı. Dönemin vasıtaları ise
günümüzün modern araçlarının atası ve yola çıkmaya mecali olmayan araçlardı ama
ne yaparsınız o günün en modern araçları da onlardı. Şehirden ayrıldıktan hemen
sonra Kuyuluk’un üstünde bugünkü orman içi dinlenme tesislerinin tam
karşısındaki virajda kemerli taştan yapılmış “Kerim’in Çeşmesi” vardı. Bu
çeşmede düz bir borudan pek de soğuk olmayan pınar suyu akardı. Bazen borunun
ucunda muslukta olurdu ama ihtiyaç sahibi insanlarımız bu muslukları söküp
götürürlerdi. Sonrasında bu çeşmenin suyunu hemen üzerine yapılan binalar
kendilerine döşediler galiba ve zamanla yukarıdan gelen toprakla da çeşme
sanırım toprak altında kaldı. Birçok araç yayla yoluna sarmadan burada kısa bir
mola verir; araçlar kontrol edilir, el-yüz yıkanır ve su içilirdi. Sonrasında
bilinen son dualar besmele çekilerek okunur, iman gücü de arkaya alınarak yola
koyulunurdu. İlk geçilen tehlikeli nokta, gerçi her nokta, her viraj
tehlikeliydi ama… Cemilli Köyü içerisindeki dev dağ kaya parçasının altından
geçilen keskin virajdı. Aynı zamanda yolun dağ kısmı olmayan kesimi keskin
uçurumdu. Bu yolda az araç kaza yapmamış veya uçurumdan uçmamıştır. Bende bu
yoldan her geçişimde ürpermiş ve korkmuşumdur. Bir yandan uçma korkusu, bir
yandan da koca dağ parçasının üzerinize yuvarlanacağınız hissi… Aman tanrım
şimdi bile ürperdim. Burada bir parantez açayım; 1980’li yıllarda bizim köyden
Yörük Ali isimli bir vatandaşımız yeni bir Fiat Türk traktör satın almıştı ve
sürme konusunda da acemi idi… Yaylada kahvede otururken “Ali abi, sen şimdi
traktörde acemisin giderken Cemilli’nin orada nasıl geçiyorsun?” diye
sorduğumda “valla ben karşıdan karışmam ben dağ tarafından giderim” demişti ki
bu şekilde yolun yayla dönüşünde de dağ yönünü kullananlar olmuştu. Cemilli’den
sonra Kuzucubelen Köyü’ne (bu köy Alevi- tahtacı köyüdür) girilirdi. Kuzucubelen
o dönemlerde nahiye (bucak) idi. Jandarma karakolu yerleşik olarak burada
yazları ise Fındıkpınarı’nda bulunurdu. Köy içi dar ve çok dönemeçli idi. Köyün
ortasında büyük ve gösterişli doğal kaynaklardan beslenen çok gözlü bir çeşmesi
vardı ve suyu serindir. Bu çeşme halen var ve hala faal olarak devam ediyor. Bu
çeşme başında da mola verip dinlenenler olurdu. Köy merkezinden köyün en yüksek
noktasına ulaşınca Akkahve denilen yere ulaşılırdı. Bu nokta serin olduğu,
kahve, fırın, bakkal, değirmen gibi ihtiyaçların karşılanabileceği alanlarda
olunca bu noktada daha fazla ve daha uzun süre konaklama yapanlar olurdu.
Akkahve’den ayrıldıktan sonra ver elini Akarca Köyü… Aslında Fındıkpınarı’nın
yerlilerini de oluşturan küçük bir köydür. Bu köyün Fındıkpınarı’nın girişinde
ismini verdikleri Akarca Güzlesi vardır. Akarca’dan sonra dönemin tüm
araçlarının ve yayalarının konakladığı İsmail’in Çeşmesi adı verilen doğal
kaynaktan beslenen bir çeşme vardı ve halen de var, faal durumdadır, suyu
serindir, birçok insan buraya piknik yapmaya gelmektedir. Tüm yolcuların burada
mola vermesinin sebebi ise o dönemler gerçekten çok dik olan (Günümüzde bu
rampa yok derecesine indirilmiştir.) ve araçları, hayvanları yoran “Aybelen”
rampasının başlangıcına yakın sulak en yakın nokta olmasıdır. Hep ilgimi
çekmiştir... Birçok araç bu noktada su kaynatmış olurdu. Nasıl olurdu da oraya
denk gelirdi çözemezdim. Burada araçların son su kontrolleri yapıldıktan sonra
tekrar yola koyulunurdu. Zorlu Aybelen rampasını araçlar çıkmakta zorlanırlar
adeta apalarlardı. Bazen yolcu veya yük boşaltmak durumunda kaldıkları da
olurdu. Aybelen rampasının çıkışta sol tarafta krom maden ocağı bulunmaktadır.
Bu zorlu rampadan sonra artık yaylaya geldiğinizi kabul edebilirdiniz. İki üç
km’den sonra Akarca Güzlesi (Bu günkü Orman İşletme Şefliği’nin bulunduğu
noktadan itibaren) ile Fındıkpınarı’na girmiş olurdunuz.
BÖLÜM 3
Akarca Güzlesi’nin hemen girişinde sol tarafta mevsimlik olduğu önüne
kurulan talfardan (Sıcaktan korunmak için yapılmış çalı çırpıdan oluşturulmuş
gölgelik) sekiz on kişinin ancak oturabileceği büyüklükte bir kahve, kahveyi
geçince mezarlık, sağ tarafta ise kışında kalınabilecek şekilde yapılmış yayla
evleri vardı. Akarca Güzlesi’nin bulunduğu vadinin iç kısmında ise merhum Osman
Gök’ün evi (Çok yemeklerini yedim, sularını içtim, evlerinde konakladım) vardı.
Evlerinin önünde ise kesme taşlarla dikdörtgensel yapılmış, insanların su
içebilmesi için bir su oluğu, hayvanların içebilmesi içinde bir su yalağı
bulunan tarihsel bir pınardı. Şu anda üst kesimlerine birçok evin yapılmış
olması ve atık suların fosseptikte toplanması nedeni ile su kaynağının
kirlenmiş olabileceğini düşünüyorum. Fındıkpınarı’na adını vere fındık
ağaçlarını Osman amcanın bahçesinde gördüm ve dallarından taze fındık yedim.
Hemen yakınında ve karşılarında bir iki ev daha vardı. Akarca Güzlesi’nden
çıktıktan sonra keskin ve biraz dik olan rampanın hemen bitiminde otobüsçü Hacı
Mehmet’in evi vardı. Oradan sonra Beşkoz (Beşgöz) yol ayırımına kadar pek ev
yoktu. Buralar yazın çadır kuran köylüler, yolun sağ kısmı da çadır kuran
abdallar ile dolardı. Şimdi buralarda nerede ise Akarca Güzlesi de dahil boş
yer kalmadı. Abdalların konakladığı yerde ise yirmi, yirmi beş yıldır
bitirilemeyen bir otel inşaatı var. Beşkoz yol ayrımının hemen sağında merhum
Saçlı Duran Güder’in evi vardı. Sol tarafta ise yine Kocavilayetli Saçlıların
evleri (Hepsi akrabamız olur) vardı. Beşkoz mevkiine giden yol çok bozuktu…
Traktörle gitseniz iç organlarınızı düşürmekten korkardınız. Yine bu yol
ayrımının sağında bir borudan akan su ve solunda sebil olarak yapılmış bir
çeşme vardı. Çadır yaylacıları su ihtiyaçlarını buradan karşılarlardı. Yayla
yolunda devam ederken biraz ilerde köprüye varmadan solda fırın vardı. Sağda
ise bir kahvehane ve arkasında yeşil renklerin hâkim olduğu yaylada bulunan iki
camiden birisi olan Beşkoz Camisi vardı. Saçlı Duran’ın evinin yanında bir ev
daha bulunuyordu. Ondan sonra büyük boş bir alan Beşkoza doğru biraz dik bir
eğimle caminin güney kısmında yer alıyordu. Bu boş alanda bulunan düzlükte
(harman yeri idi) karakucak güreşleri ve çeşitli gösteriler yapılırdı. Yine
caminin alt kısmında anayol üzerinde kahveler, manav, bakkal ve kasap
bulunurdu. Beşkoz sakinleri çarşıya gitmeden tüm ihtiyaçlarının büyük bir
kısmını buradan giderebilirlerdi. Köprüden itibaren Beşkoz su deposuna kadar
olan alana ki çok geniş bir alandır… Beşkoz Mahallesi denirdi. Burada yayla
evleri kümelenmiş bir şekilde yer alırdı. Yolda köprüye varmadan solda yazlık
sinema da vardı. Köprüyü geçtikten sonra ise Çarşı Mahallesi başlardı. Köprünün
sağından yukarıya doğru çıkan yol bir yay çizerek beş altı yüz metre sonra
tekrar ana yolla birleşirdi. Bu yola Orman Dairesi Yolu denirdi. Bu yay
içerinde kümelenmiş yayla evleri yoğunlukla bulunurdu. Yay şeklindeki yolun tam
orta nokta üstünde Orman İşletme Şefliği ve lojmanı bulunurdu. Şimdi Orman
İşletme Şefliği yaylanın girişine taşınmış bulunmaktadır. Köprüyü geçtikten
hemen sonra orman dairesi yoluna sapmadan bir fırın vardı. Orman dairesinin
yolunun çarşı yönündeki ana yolla kesiştiği noktanın hemen sağında küçük bir
mezarlık bulunurdu (Bu mezarlık kaybolma noktasına gelmişti) Bir yayla için ne
çok mezarlık vardı. Akarca Güzlesi Mezarlığı, şimdi bahsettiğim Çarşı Mezarlığı
ve Beşkoz’un kuzeyinde yer alan (Soğukpınar yol ayrımında) Mezar Gediği mevkii
denilen bir mezarlık… Acaba Fetilli tarafında veya yaylanın çarşısının kuzey
üst yamacında da var mıydı tam hatırlamıyorum. Ama sanki Fetilli tarafında da varmış
gibi geliyor… Bilmiyorum(!) Orman
dairesinin çarşı yol başlangıcını geçince sağdaki ilk yol bizim yayla evine
çıkan yoldu ve yol bizim arsada bitiyordu. Bizim yolun hemen solunda bıçakçı
Mahmut’un (merhum) dükkânı vardı. Onun yanında da Abdul Rezzak amcanın langırt
ve bilardo salonu vardı. Ana yoldan biraz daha gidince çarşıya ulaşıyordunuz.
Böyle bir çarşıyı inanın ülkenin hiçbir yerinde bulamazsınız. Araçları park
etmek için geniş ve dairesel bir garaj vardı. Bu garajın üç tarafı kahveler,
bakkallar ile çevrili idi… Garajın hemen doğu kısmında otel bulunuyordu (O
tarihlerde kazalarda bile otel bulamazdınız). Çarşının güney kısmı ise köylü
pazarı idi. Bu kısım garajdan birkaç metre aşağıda kalıyordu. Yine çarşının
güneydoğusunda Türk hamamı (Yaylada hamam! Başka hangi yaylada vardı ki!)
bulunuyordu. Çarşının dört tarafından da yollar çarşıya bağlanıyordu
(Atatürk’ün örnek köy projesine benziyor). Çarşının doğusundan yola devam
ettiğinizde solda kasaplar, manavlar, fırın ve lokanta vardı. Sağ kısmında ise
yaylanın diğer ve büyük camisi bulunuyordu. Yine bu noktada bakkallar,
manavlar, lokanta vardı. Çarşının çıkış noktasında sağda jandarma karakolu
bulunuyordu. Artık bu kısımdan sonra Fetilli Mahallesi başlıyor ve bir iki km
uzanıyordu. O dönem evlerin en az olduğu mahalle olduğunu söyleyebilirim. Ana
yol kenarına yakın yapılmış evlerin dışında ev sayısı pek fazla değildi. Demek
ki Fındıkpınarı o dönem dört kesimden oluşuyordu. Hatta çarşının kuzey üst
kesimlerine Kırkgöz’de denirdi. Sonra bunlara Bozön Güzlesi de eklendi. Bu
anayol 17 km uzaklıktaki Tepeköy’e ve Gölpınar’a kadar uzanıyordu.
BÖLÜM 4
Fındıkpınarı’nda evleri yerleşik yaşayan ve yaylacıların evleri olmak
üzere iki şekilde görmek gerekir. Yaylada yerleşik yaşam sürenlerin evleri
doğal olarak kışın o soğuk koşullarına da uygun olmak zorundaydı. Genellikle
evler iki katlıydı ve alt katları hayvanlarının barınması içindi. Hayvanların
ısısından faydalanmak amacı ile birinci katın tavanı ikinci katın döşemesi olan
kısım ahşap tahtalardan döşenirdi. Genelde birinci katlar taş örülerek
yapılırdı. Yörenin taşları küçük olduğu için bu taşların arasına; yatay, çapraz ve dikine ahşap dilmeler
yerleştirilerek taş duvarların göçmesi engellenir, sıkışmaları sağlanırdı.
İkinci katlar ise genelde ahşaptan yapılır ve çatı çinko ile kaplanırdı.
Kiremit çatı kullanan evler pek azdı. Bunun sebebi de çinkonun daha ucuza gelmesi
ve kar için daha kaygan olmasıydı. İkinci katları taş döşemeli ev pek azdı.
Evlerin önünde ahşap balkonları olurdu. Yöre halkının fakir olmasından dolayı
evler çok gösterişli değildi ve halkın yoksulluğunu ortaya koyar türdeydi.
Yaylacıların evleri de iki katlı idi. Kimi ahşap direkler üzerine
çıkılmış ve alt kat yapılmamış olurdu. Kimisi ise alt katlarını yine ahşap
kimisi de briket ile alt katlarını ördürüyordu. Evlerin çatısı genelde çinko
ile kaplanıyordu. Kiremit çatı çok azdı.
Fındıkpınarı’nın en ihtişamlı yapıları (bence); Orman İşletme Şefliğinin
binası, otel, cami, karakol binası, Foto Abdullah’ın evi, Mersinli Ahmet’in
evi, karakol arkasında çam ağaçları içerisinde kalan bina, Fetilli’ye girerken
ilk virajda sağda bir kayanın üzerine oturtulmuş ev, yine çarşıdan otelin
yanından yukarıya çıkarken hemen sağ köşedeki altı dükkân olan ev, yine
çarşıdan bir iki sokak yukarıda bulunan evler, Beşkoz tarafında biraz sinemanın
çapraz karşısında duran ev yaylanın akılda kalan evleridir. Tabi ki bu arada
unuttuğum evlerde olacaktır.
Yerleşik halkın geçim kaynağı yaylacılardır. Biraz kaba olacak belki ama
bu tüm yaylaların yerel halkının tutumudur… Gelen yaylacıları soyalım zihniyeti
hâkimdir. Eskiden ticareti bilmezlerdi… Evlerini yaylacılara en yüksek fiyattan
kiralarlar, hatta bazıları çadıra çıkarlardı. Hamallık yaparlar, yapılan yayla
evlerinde marangozluk, ustalık yaparlar, bahçesi olan evlerin bahçe işlerini
yaparlardı. Yaylanın ticareti dışarıdan gelenlerin elinde idi. Şimdi ise bu
işleri kendileri yapmaktadırlar.
Kışın iki yüz ile üç yüz arasına düşen nüfus yazları; on beş, yirmi bine
çıkardı. Geçen yıllarda yerleşik nüfus bin, bin beş yüze ulaşınca
yaylacılarında kendi nüfuslarını yaylaya aldırmaları sonucu belde olmuştur. Son
çıkan bütünşehir yasası ile Mezitli ilçesine mahalle olarak bağlanmıştır.
Su
açısından yaylalar içerinde en şanslı yayladır Fındıkpınarı… Eskiden iki deposu
vardı. Birisi çarşıyı besleyen Kırkgöz, diğeri ise Beşkoz tarafını besleyen
Beşkoz (Beşgöz) dür. Sular hiç kesilmezdi, kahvelerde su havuzları vardı ve
şırıl şırıl su akar havuzu doldurur, havuzun diğer tarafından da boşalırdı.
Kahveciler bu havuz içerisine meşrubat, limonata ve süzme yoğurttan yaptıkları
ayran kaplarını koyarlardı. O dönemlerde elektrik olmadığı için doğal olarak
buzdolapları da bulunmuyordu. Evlerde ise evin biraz önünde çeşme konur ve
çeşmelerin önüne mutlaka küçükte olsa bir havuz yaptırılırdı. Kavun, karpuz ve
diğer meyveler, rakıcıların rakıları bu havuzlarda soğutulurdu. Su bol ve kesilmeden
geldiği için hortumlarla bahçelerdeki ağaçlar, çiçekler, sebzeler bol bol
sulanırdı. Muhtarlık her yıl belirlediği bir miktar su parasını kabala
toplardı. Yol boyunca sık sık sebil olarak yapılmış çeşmeler vardı. Bazı
evlerde süs havuzları oluşturulmuş ve ortasından yukarıya doğru kademeli
basamaklar çıkarılmış… Buradan akan sular güzel bir dinginlik sağlayan ses ile
havuza dökülüyordu. Kimileri ise havuzlarına fıskiyeler yapmıştı. O kadar tatlı
ve soğuk bir su akardı ki doyamazdınız. Yediğiniz yemeklerin kısa sürede
midenizde hazım olmasını sağlar ve tekrar açlık hissederdiniz. Bugün ise
sularda o eski soğukluğu hissedemiyorum. O dönemlerde suların dağıtımı demir
borular ile yapılırdı. Belli bir noktada sekiz, on evin su aldığı nokta olurdu
ve orada herkesin bir vanası vardı. Bazen yayla zaten eğimli olduğu için aşağı
kısımdakilerin fazla su kullanmalarından dolayı üst kısımda kalanların suyu
akmayabilirdi ki bu durumda komşular arsında ağız dalaşı çok olurdu. Belde
olduktan sonra bu eskiyen borular yenisi olan plastik borular ile
değiştirildiler… Belki bundan dolayı sulardaki o eski soğukluğu bulamıyorumdur.
Şimdilerde evlere su sayaçları takılınca kimse o havuzlarını suyla doldurup
şırıl şırıl akıtamıyor. Kırkgöz denilen depo çarşıdan otelin yanındaki yoldan
bir üç yüz metre çıkılınca ulaşılabilir. Yol çok dik olduğundan yaya ulaşmakta
zorlanabilirsiniz. Ama artık birçok yere araba ile ulaşmak mümkün. Kırkgöz’de
kırk tane göz yani suyun depodan çıktığı yer yok ama çok sayıda olduğu için
adını bu şekilde almış. Kırkgöz’den beş yüz metre kadar yukarıda suyu bol ve
çok soğuk olan Çopurgediği pınarı vardı… İnanın elinizi on saniye içerisinde
tutamazdınız, tutsanız bile elinizi çıkardığınızda hissetmezdiniz. O pınar
içerisine soğumak için bırakılan birçok karpuzun soğukluktan çatladığına şahit
olmuşumdur. O zamanlar pınarın suyunun bir kısmı boru ile evlere dağıtılıyordu.
Kalan kısmı ile alt kısmında var olan bahçeler sulanıyor ve boşa akıyordu.
Şimdi bu su tamamen depolara alındı ve pınarın üstü kapatılarak yok edildi.
Pınarın beş on metre uzağında cılız bir ağaç vardı. Etrafı ağaçlık ve yeşillik
olmayınca pek piknik amacı ile kullanılmadı. Kırkgöz’ün biraz yukarısında yol
açma çalışmaları sırasında bir kayanın dibinden güzel bir su çıktı, bu suda
Kırkgöz’e bağlandı. Çopurgediği’nin yanından geçilen yoldan devam edildiğinde
Purçu adı verilen bir yere ulaşılır. Burada iki-üç aile yayla yapmakta idi. Çok
güzel bahçeleri vardı. Hatta burada ürettikleri doğal yayla sebzelerini pazarda
satmaya getirirlerdi. Purçu denilen bu kesimden büyük bir kayanın dibinden
çağıl çağıl bir su çıkar ve Fındıkpınarı deresine dökülürdü. Yazın dereden akan
bu sudur. Şimdilerde ne haldedir bilmiyorum. Fındıkpınarın’a belde olduktan
sonra ilave depolarda yapılmıştır.
Yarın diğer su kaynaklarından devam ederiz….
BÖLÜM 5
Gece oluşan depremden ve o korku dolu duygulardan sonra konuyu
toparlayabilecek miyim bilmiyorum.
Fetilli tarafında çıkan bir su kaynağını hatırlamıyorum ve bilmiyorum
fakat Fetilli’yi bir km kadar geçince Bozön Güzlesi’ne ulaşırsınız. Bozön
Güzlesi içerisindeki ilk keskin dönemeçte çok güzel ve soğuk bir su çıkardı. Bu
su başında Bozönlüler küçük bir kahvehane kurmuşlardı. Bu su Bozön Güzlesi’ndeki tüm bahçelerin ve sebzelerin sulanmasını
sağlardı. Burada üretilen meyve ve sebzeler yaylanın pazarında veya Mersin
halinde satılırdı. Bozön Güzlesi’nin sakinlerinin çoğunluğunu adı üzerinde
Bozön köylüleri oluştururdu. Çiftlik Köyü’nden de azda olsa yayla olarak
kullananlar olurdu. Saladağ dediğimiz yaylanın futbol sahasının bulunduğu dağın
güneyinde Apsın Güzlesi yer alırdı. (Saat03.00 fırtınaya dönüşen hava ve
korkunç sıcak esen esinti gözümüzü korkuttu. Evi terk edip bir süre boş bir arazide
beklemekte fayda görüyorum. Sonra devam ederim… Bilgisayarı kapatmamla elektrik
de kesildi ve evi terk ettik. Saat 04.30’da hava dinginleşti ve eve girmeye
karar verdik. Tam beşinci kata ulaştığımızda elektrik geldi fakat tekrar
kesilir korkusu ile asansöre binmedik ve beş kat daha tırmandık.) Apsın Güzlesi
içerisinde güzel bir pınar suyu taş bir çeşmeden akmaktadır. Çeşmenin yirmi
metre altında bir incir ağacı ve sonrasında meyve bahçeleri bulunmaktadır.
Güzle güzle diyoruz da… Güzle ne demektir. Güzle; güzlemekten gelir.
Yörükler yaylalara çıkarken (Onlar için yayla bin beş yüz rakımdan sonrasıdır,
oralarda artık ağaçlar yoktur.) veya yaylalardan inerken birkaç gün için hem
kendileri hem de hayvanlarının dinlenmesi için mola verdikleri yerlerdir.
Bozön Güzlesi’nden sonra Sarılar, Şahna gibi yayla köylerine veya
Tepeköy (Halk dilinde Diniker) yaylasına ulaşılır. Buralarda suyu bol olan
yayla köyleridir.
Beşkoz ise Fındıkpınarı’nın güneydoğusunda yer alır. Ya Beşkoz
Camisi’nin yanından veya Fındıkpınarı’na girişte yer alan Demirışık yolundan
gidilebilir. Demirışık yolunun bir km kadar sağından bozuk bir yol Beşkoz’a
uzanır. Yola girince hemen solda Özerlerin güzel ahşap bir yayla evi vardır.
Biraz daha tırmanınca Akarcalı merhum Osman Çimen’in yaylanın tüm karakteristik
özelliklerini yansıtan evleri bulunmaktaydı. Maalesef benimde akrabam olan bu
güzel (geçtiğimiz yıllarda) insan eşi ile birlikte, sobadan çıkan bir kıvılcım
neticesinde evleri içerisinde yanarak can vermişlerdir. (Bence hak etmedikleri
bir ölüm şeklidir. Çok ekmeklerini yemişimdir. Nur içerisinde yatsınlar.) Hemen
onların evlerinin üzerinde beş gözlü taştan yapılmış bir pınar çeşmesidir.
Bütün Beşkoz Mahallesi suyunu buradan alır. Pınara ulaşmak biraz yorucu
olmaktadır. Pınarın hemen kuzey doğusunda şimdi yaylada market işletmeciliği
yapan Usta ailesinin evi bulunmaktadır. Beşkoz’dan kuzeye doğru giden yol veya
Demirışık yolu takip edildiğinde Mezargediği’de denilen Beşkoz Mezarlığı’na
gelinir. Burada suyunu boruyla alan Beşkoz’dan küçük bir çeşme vardır. Bu
Mezargediği mevkiinde eskiden kalıcı olarak Üseli Köyü’nden Kürt Ahmet
(akrabamdır) ve dayımların yayla evi bulunmaktaydı. Diğer kısımlarda büyük
boşluklar vardı ve bu boş alanlara genelde Kale Köyü halkı çatma (çadır)
kurarak yaylacılık yaparlar ve sularını bu çeşmeden alırlardı. Mezargediği’nin
üstünden dağın ardına doğru giden yol takip edildiğinde beş yüz metre kadar
ilerde kesme taş ile yapılmış bir küçük pınar çeşmesi vardır ve pınarın hemen
altında bahçe vardır.
Yine Mezargediği’nden itibaren Demirışık yolu takip edildiğinde üç km
kadar sonra sağda yoldan elli metre aşağıda büyük bir meşe ağacının altında
Çataloluk denilen büyük kesme taşlarla yapılmış bir pınar çeşmesi vardır.
Pınarın önünde iki oluğu ve bir sulama yalağı vardır. Pınarın hemen aşağısında
bahçeler sulama suyunu buradan alır. Benim en sevdiğim yerlerden birisidir.
Koca meşe ağacının gölgesinden yararlanabilirsiniz. Pınarın suyuna meyve,
sebzelerinizi ve içeceklerinizi koyarak soğutabilirdiniz.
Çataloluk’tan bir süre sonra Soğukpınar’a ulaşırsınız. Soğukpınar da
soğukpınardı gerçekten yolun hemen sağında kayaların altından güçlü bir su
çıkmaktaydı ve çok da soğuktu. Pınarın sol yanında biraz düz bir alanda küçük
bir kahve vardı. Bu kahve bugünkü AVM’lerin anası gibiydi… Bir köşesinde
bakkal, bir kısmında kasap ve diğer kalan kısım ise kahvehaneydi. Önündeki
yeşil alana oturup köz ateşinde pişmiş çayınızı, nanenizi, kekiğinizi ve
kahvenizi keyifle yudumlayabilir veya aç iseniz masalara geçerek kendin pişir
usulü etinizi afiyetle yiyebilirdiniz. Pınardan çıkan su önünde uzanan
bahçelere de hayat vermekteydi.
Soğukpınar’dan ayrıldıktan beş yüz metre kadar sonra sola kuzeye doğru
dağın eteklerine bir yol ayrılır. Bu yol oldukça bozuktu ve benim yine en
sevdiğim yerlerden birisi olan Mihrican yaylasına gider. Yaylanın girişinde
hemen sağda Çavaklıların bahçesi vardı. Bahçeyi geçtikten sonra yaylaya giriş
yapıyorsunuz ve solda yanılmıyorsam Ersoyların olan büyük bir yayla evi vardı.
Yayla sakini fazla olmayan sessiz, sakin tam kafa dinleyeceğiniz bir yayla idi.
Sakinlerinin eğitim düzeylerinin yüksek olduğunu duymuştum.
Girişte yine harman yerine benzeyen yeşil
bir alanda sakinler akşam üzerleri futbol ve voleybol oynuyorlardı. Yaylanın
ortasında ulu bir çınar ağacının altında küçük sayılabilecek tek minareli kesme
taştan yapılmış güzel bir camileri vardı. Caminin karşısında Turunçlu Köyü’nden
kaportacı Muammer usta ve kayınları Mehmet Uysal (Şimdi emekli öğretmen),
Durmuş Ali Uysal (Uzun bir süre Turunçlu Köyü Muhtarlığı yaptı. Bu kişiler ile
sonraları iyi bir dostluğumuz oluşmuştur.) derme çatma bir kulübede ki etrafı
taşlarla örülmüş, çatısı çinko kaplı, önünde birkaç masa oturabilecek yeri olan
talfarlı bir yerdi. Ben hayatımda o kadar güzel çay ve nane’yi bir başka yerde
içmedim. Sanıyorum meşe odununun közünde pişiriyordu. Aslında burada amaç para
kazanmaktan çok dostluğu geliştirmek, insanları bir araya getirmek ve
babalarının yaptığını sürdürebilmekti. Bu kulübemsi çay ocağı yıkılmaya yüz
tutmuştu ve tehlike arz ediyordu. Sonraki yıllar yine caminin karşısında yakın
bir yere briketten küçük bir kahvehane yaptılar. Yayla sakinleri kadınlı
erkekli kahvede oturuyor ve sohbet edip oyunlar oynuyorlardı. Gelen yabancılara
biraz şüpheli yaklaşıyorlar ve huzurlarının bozulmasını istemiyorlardı.
Yaylanın içerisinden biraz dışarıya doğru çıkınca büyükçe bir kayanın arkasında
betondan yapılmış bir çeşme depo pınar kaynağı yaylanın su ihtiyacını
karşılıyor ve bahçelerinde sulanmasını sağlıyordu.
Mihrican’dan tekrar Demirışık yoluna dönünce bu yoldan Demirışık,
Çağlarca ve Sunturas yayla köylerine ulaşırdınız. Bu yayla köylerinin hepsi de
bol suya sahiptir. Sunturas Şelalesi’nin methi artık tüm ülkeye yayılmıştır.
Sunturas’ta en önemli özelliklerden birisi de orada bulunan su değirmenidir. Bu
değirmen geçtiğimiz yıllara kadar çalışır vaziyette idi. Şimdi ise kapatılmış
ve çürümeye, göçmeye terk edilmiştir. Benim hayatımda gördüğüm iki su
değirmeninden birisidir. Birisi Bozön Deresi üzerinde Şakir’in (Şakir (Ağa)
Son. Akrabalarımızdır) Şimdi göçmüş yok olmuştur. O değirmende çok un ve bulgur
öğütmüştük. Bir diğeri de bu Sunturas’taki su değirmenidir. Bu bari yok olmasın
gelecek nesillere bir kültür mirası olarak kalsın.
İlginç olan; Arslanköy yolunun batısında kalan yaylalarda su sıkıntısı
yaşanmazken doğusunda kalan yaylalarda su sıkıntıları yaşanmıştır.
BÖLÜM 6
Fındıkpınarı’na yolcu ve yük taşımacılığı iki otobüs, üç, dört minibüs
ve kamyon, traktör gibi araçlarla yapılırdı. İki otobüs yaylanın yerli
halkından olan Hacı Mehmet ve Parlak’a (merhum gerçek adını şimdi
hatırlamıyorum) ait idiler. Bunların ikisi arasında olan dostluk, halk arasında
ise bir rekabet vardı. Aslında halk arasındaki bu rekabet onlara da yansıyor ve
hoşlarına da gitse de belli etmek istemiyorlar ama kıskıs gülüyorlardı.
Parlakçılar, Hacı Mehmet’in otobüsüne binmez Parlak’ın otobüs seferini bekler,
Hacı Mehmetçiler de Parlak’ın otobüsüne binmez Hacı Mehmet’in sırasını
beklerlerdi. Hatta biz çocuklar arasında şöyle bir tekerleme de oluşmuştu:
“Parlak Parlak parladı… Hacı Mehmet ağladı!” şeklinde tekerlemeyi bir slogan
şeklinde sokak aralarında bağırarak söylerdik. Mezitlili Topuksuz Muzaffer
Doğaner’in Orman İşletme Şefliği’nin çarşı yönündeki yolun hemen batı tarafında
evinin arsasının en ön kesimini kendi aracına garaj olarak ayırmıştı ve
kendisinin bir kırmızı Chovrelet marka güzel bir kamyoneti vardı. Biz çocuklar
olarak o garajın duvarının üzerine oturur ve heyecanla hangisinin önce geleceği
konusunda kendimiz arasında iddiaya girerdik (Hâlbuki sırayla kalkarlardı).
Kimin tuttuğu otobüs önce gelirse o sevinir diğerleri üzülürdü. Otobüsler yanımızdan geçerken tezahüratta
bulunur onlarda kornaları ile bizi selamlarlardı. O dönem otobüsleri
Magirus-Dutz ve Mercedes idi. Birde dolmuşçular vardı. Bunlar yerli halktan
değil yaylacılardan şehrin değişik hatlarında çalışan dolmuşçulardı.
Dolmuşlarda Mercury, Thames gibi dolmuşlardı. Özellikle otobüsler yayla yolunda
çeşitli defalar kaza yapmışlardır. Dolmuşlar daha çabuk dolduğu için acelesi
olan dolmuşları tercih ederdi. Otobüsler; sabah, öğle ve akşam olmak üzere üç
sefer yaparlardı. Hem otobüslerin hem de minibüslerin tavan kısımlarında
demirden yapılmış bagaj bulunur ve buraya merdivenle tırmanırlardı. Burada her
türlü yük taşınırdı. Tepeköy’e sefer yapan bir otobüs de vardı ve buna Tepeköy
postası denirdi. Bir gün otobüs çok dolmuş ve üst bagaja da yolcu almış (Bunu
hepsi de sık sık yapardı.) üstlerine de brandayı çekmiş. Yolda bir trafik
kontrolünde polis: “yukarıda ne var?” diye sorduğunda, Şoför: “davar var”
cevabını vermiş. Meraklanan polis bagaja tırmanmış ve brandayı kaldırdığında
şaşırarak “Siz davar mısınız?” diye sorunca kimseden cevap alamamış. Bagaj
merdiveninden inen polisin şoföre “Bunlar gerçekten davarmış, gidebilirsin”
dediği yıllarca anlatılıp gülüşülürdü. Dediğim gibi her türlü yük bu araçlarla
taşınır ve yaylaya ulaştırılırdı. Bizim çardağı çaktırırken babam kereste ve
çinkonun hepsini bu şekilde taşıtmıştı. Sadece çakıl ve kumu kamyonla getirtmiş
onu da anayolun kenarına döktürtmüştü.
Eskiden insanlar günümüz koşulları kadar refah seviyesine sahip
olmadıkları için, bugünkü modern ev alet, edevatına da sahip değildi. Neredeyse
bir lokma bir hırka zihniyetine sahip bir yaşam tarzı vardı. Seyilde (Sahil)
hangi eşyaları kullanıyorlarsa yaylada da o eşyaları kullanıyorlardı. O nedenle
yaylada eşya bırakılmaz seyile indirilirdi. Yatak yorgan, yastık, kırlent gibi
eşyalar bir kilim içene konur ve dört tarafından örtülerek yine bir urganla
dört tarafından sarılıp bağlanarak mağraç (denk) yapılırdı. Diğer eşyalarda
birbirlerinin içerisine yerleştirilerek en az yer kaplayacak hale getirilirdi.
Bu
şekilde yaylaya taşınan eşyalar hamallar (eşekçiler) vasıtası ile yaylanın en
dik rampalı dar yollarında hem hamalın hem de eşeğinin vasıtası ile taşınırdı.
Yaylaya yoğun göçün olduğu günlerde boş eşekçi bulmakta zorlanırdınız. Büyük
eşyaları eşeğe yükleyen hamal kendisi de daha küçük parçaları taşırdı.
Hatırladığım kadarı ile bu işi yapan beş, altı hamal olurdu ve bunlar yaylanın
yerli halkından idi. Eşekleri genelde uzun bacaklı güçlü eşeklerdi. Bazılarında
Kıbrıs eşeği denilen güçlü eşekler vardı. Birkaç tane de katır olduğunu
hatırlıyorum. Hiç at kullanmazlardı. Bu hamallar garajın bir alt kısmında pazar
olarak kullanılan yerin hemen yanına eşeklerini bağlarlardı. Burası birde
pazarcıların eşeklerinin gelmesi ile adeta eşek oto pazarına dönüşürdü. Bazen eşekler
birbirleri ile kavga ederler ve yularlarından boşanıp veya iplerini koparıp
çarşıdan aşağıya dereye doğru kaçarlardı. Eşeklerin kavgasını pazara gelmiş
olanlar gülerek izler, eşek sahipleri ise eşeklerini aralamaya çalışırlardı.
İşte bu eşek otoparkının civarında hamalları bulup eşyalarınızı götürmeyi
isterdiniz. Kum çakıl gibi malzemeleri eşeğin heybesine ve çuvallara doldurarak
taşırlardı. Eşekçiler arasında da tatlı bir rekabet vardı. Ellerindeki işleri
bitirip bir sonraki işi kapmak için canları çıkarcasına çalışırlardı. Bazen
müşteri kapmak için birbirleri ile atıştıkları bile olurdu.
BÖLÜM 7
Yayladaki günlük yaşam aslında seyildeki yaşamdan özellikle kadınlar
açısından çok farklı değildi. Hatta daha da zor olduğu söylenebilirdi. Çünkü
elektrik yoktu ve seyilde kullandığınız ev aletlerini buraya taşıma imkânınızda
yoktu. Elektriğin vali Tevfik Sırrı Gür zamanında dereye kurulan bir tribün ile
sağlandığı ve yaylaya verildiği birçok kaynakta yazılmasına rağmen ben
yetmişlerin ortasına kadar elektriğin yaylada olduğunu görmedim ama orman
dairesine Hayrullah amcalara misafirliğe gittiğimizde (Hayrullah amca babamın
yakın arkadaşı, abimin kirvesi ve dairenin şefiydi.) orda yuvarlak bir ampulün
yandığını biliyorum. Gerçi ampul de yansam mı, yanmasam mı kararsızlığı
içerisinde cılız bir ışık saçıyordu… Bu yüzden Emel yenge lüks lambasını
yakıyordu. Bu elektriğin jeneratör aracılığı ile mi yoksa tribünün sağladığı
bir enerji ile mi elde edildiğini bilmiyorum. O dönem de jandarma karakolunda
da elektrik olduğunu sanıyorum ama başka hiçbir yerde yoktu. Yine başka yerde
olmayan telefon bu iki yerde doğal olarak bulunuyordu. Sinemanın hemen yanından
akıp gitmekte olan dere üzerinde beton bir bent bulunuyordu. Sanırım tribün
oraya kurulmuş olmalıydı. Evler süpürge ile süpürülür. Çamaşırlar elde ve leğen
içerisinde yıkanırdı. Yine bulaşıklar yerde veya derme çatma yapılmış bir tahta
bulaşıklıkta ya da çeşmelerin önündeki havuzlarda yıkanırdı. Evlerde kullanılan
en lüks mobilyalar tahta masa ve sandalyelerdi. Genellikle evlerin balkonlarına
tahta sedirler (divan) çakılır ve bunların üzerine döşek atılır, arkaya da
hasır yastıklar konurdu. Yataklar genelde yer döşeği şeklinde idi… Geceleri
açılan yataklar gündüz toplanır ve yüklüğe yerleştirilirdi. Banyolar genelde
evin alt kısmında tahtalarla veya briketten yapılırdı. Tuvaletler genelde
evlerin birkaç metre uzağına yapılır ve fosseptik çukurundan oluşurdu. Yemekler
günlük tüketilmek zorundaydı… Yine de artan yemekler üzeri kapatılarak
haşereden korumak için tel dolabına konurdu. Etler, kasap bol olduğu için
günlük ihtiyaç kadar alınır veya kavrularak tel dolabına konurdu. (Tel dolabı,
dört tarafı sineklik teli ile kaplanmış, ahşap, ön tarafı kapaklı dolaplardı ve
genelde duvara asılarak kullanılırdı.) Ütü ise kömürlü ütü dediğimiz içerisine
kömür ve köz parçaları konarak ısıtılan ütü ile yapılırdı. Yemek pişirmede gaz
ocağı, (Bugünkü küçük tüplere takılan ocağa benzetebilirsiniz. Gaz haznesine
gazyağı konulur ve bu gazyağı pompalanarak üsteki haznesine gelmesi sağlanır ve
oradan yakılırdı.) tüplü ocaklar ki o zaman çok kişide bulunmaz ve tüp
bittiğinde Mersin’den aldırmak veya getirmek zorundaydınız. Ya da bahçenin bir
köşesine kurulan ocaklıklarda odun ateşinde pişirilirdi. Yemeğin alası yaylada
yenirdi. Sıcakta yiyemediğiniz yağlı yemeklerin her türlüsünü yaylanın
serinliğinde yiyebilirdiniz. Sıklıkla mangallar yakılır ve ızgara çeşitleri
yapılırdı. Bizim Urfalı bir komşumuz vardı… Hemen doğu tarafımızda bulunan
çardağı kiralamışlardı ve yıllarca komşuluğumuzu yaptılar, çocukları çocukluk
arkadaşımız oldular. Baba ve büyük oğlu berber idiler. Babaları her gün;
abartısız her gün Urfa’nın meşhur cartlak kebabını yapardı. Bu kebapta şişe bir
tike et veya kıyma sonra patlıcan şeklinde saplanırdı ve akşamları bunları
yanına salatalarını yapar ve yerlerdi.
Babam rahmetlide sever ve haftada en az iki gün yapardı. Bugün unutulmuş
olan Mersin kebabı da mutlaka ızgara menüsü arasında yer alırdı. (Mersin
kebabı; el kıyması, soğan ve maydanozun karıştırılması ve şişe saplanması ile
yapılırdı. Bence bu yöresel yemeğimiz birileri tarafından yaşatılmalı). Pişirim
fırınlarının bol olması nedeni ile lahmacun yaptırılır, tavalar attırılırdı.
(Tavalar genellikle bol parça etin içerisine; patates, soğan, sarımsak, biber,
patlıcan doğranarak yapılan sebzeli tava veya sadece et parçalarından oluşan
kuru tava şeklinde olurdu. Ahhhhh! Anlatırken ağzımın suyunun aktığını
hissedebiliyorum. Alkol tüketenlerin en önemli yemekleri idi et yemekleri.
Yapılan yemekler mutlaka komşulara da ikram edilirdi. Gelen tabak boş
gönderilmez ve komşuya sizin yaptığınız yemeklerden konularak gönderilirdi.
Bazen bu her gün yapıldığında çok sıkıcı ve sizi çok zor duruma düşürücü de
olabiliyordu. Ama şu komşuluk ilişkilerine bakar mısınız, ailenizde bile bu
ilişkileri bulamazdınız. Şimdi ölseniz duyanınız olmaz! Kısır ve batırık ara
öğün olarak ve komşu toplantılarının vazgeçilmezi idi. Batırık; yöremize özgü
olan bulgurun, domates, tahin, salatalık ve çeşitli baharatlarla hazırlanmış
sulu şeklidir. Soğuk yenirse çok güzel olur. Ekmekler bütün fırınların taş
fırın olması nedeni ile somun, pide (Hele bol küncülüsü), lavaş şeklinde sıcak
sıcak alınır ve tüketilirdi. Bazı aileler sac ekmeği de atmakta idiler. Annemin
içli köftesi aile ve yakın çevre arasında çok meşhur idi. Mersin’de sıcak yaz
günlerinde pek yenmeyeceği için yaylaya bize gelirler ve anneme içli köfte
hazırlatırlardı. Annem yağlı kuzu kıymayı kavurur, içine soğan ve maydanoz
doğrar, tuz ve karabiber eklerdi. Kıymanın donması için tencereyi yaylanın
soğuk suyu içerisine koyarak dondururdu. Dışın hazırlarken ince köftelik
bulgurun içerisine önceden et tokmağı (Biraz büyükçe balyoza benzer bir tahta
tokmak) ile yağsız dana etini iyice döverek sinirlerinden arındırırdı. (Dışın
daha iyi tutması için yapardı, ayrıca dışta etli olurdu.) Bunu da bulgurun
içerisine katar, birazda un ilave ederek suyla bulguru yoğururdu. Sonrasında
eliyle açtığı bulgurun içerisine donmuş olan içten kaşıkla alarak bolca
doldurur ve bulguru elinin içinde disk haline dönüştürürdü. Hazırlamış olduğu köfteler tencerede kaynamış
olan suyun içerisine bırakılırdı. Köfte kaynadıkça suyun yüzüne çıkmaya başlar
ve bu piştiğini gösterir. Pişen köfteler tencereden alınır ve tabaklarda aç
kurtların (bizim) önüne salınırdı. Bence köfte elinizle bir parça ekmeğin
içerisine alınır (Bizde böyle yenir!) üst kısmından bir ısırık alınarak göz
açılır. Sonra isteğinize bağlı olarak bir iki damla limon sıkılarak köfte içi
bol yağlı olduğu için köftenin yağı somurulur, burada dudaklarınızın yan
kıvrımlarından yağ aşağıya süzülecek (ağzınızın suyu akar gibi oldu değil mi? O
zaman bir zahmet siliverin) sonrasında köftenizi ısırarak ve tadını alarak yersiniz.
Çatalla, bıçakla köfte yiyen bizde ayıplanır. Yanında turşu, yeşilbiber,
domates, turp yiyebilirsiniz. Yanına el yapımı köpüklü soğuk ayranı ihmal
etmeyin. Bu şekilde yemeyenler bence denesin tadının nasıl değiştiğini fark
edeceksiniz. Bununla ilgili bir anımı ekleyeyim… Eşim Mersin Üniversitesi
Jeoloji Bölümünde yüksek lisansını yaparken orada gelenekselleşmiş bir uygulama
olarak her ay bir kişi bölümdekilere yemek hazırlayıp sunuyormuş. Bende eşimle
değişiklik olsun diye anneme içli köfte hazırlattık ve ocağımızı, tenceremizi,
açık ekmeğimizi, limon, yeşillik vb. malzemeler ve ayranımızı alarak okula
götürdük. Köfteler pişip servis ettiğimizde baktım herkes çatala, bıçağa
davranıyor… Onları uyardım; “bizim köftelerimizi bu şekilde yiyemezsiniz, şu şekilde
yemelisiniz” dedim ve onlarda tarif ettiğim şekilde yediler. O köfteleri yerken
ki yüzlerinde oluşan zevk ifadesini tarif edemem… ( O zamanlar cep telefonları
yaygın değildi ki fotoğraflarını çekelim.) Yemekten sonra hepsinin dediği şu
oldu: “Biz hayatımızda böyle lezzetli bir içli köfte yemedik!” Hoş bir daha ne
onlar ne de biz yiyebileceğiz. Annem yaşlandı ve artık ellerini o maharette
kullanamıyor. Geçen ramazan bayramında lafını ettim… “Oğlum artık köftenin dışı
elime yapışıyor, elim sıcak geliyor, yapamıyorum” dedi.
Tabi bunların yanında herkes günlük yaptığı yemekleri de yapmaktaydı.
BÖLÜM 8
Yaylaya çıkılmadan önce mutlaka kıyafet alışverişi yapılır, elinden
gelenler yeni kıyafetler dikerdi. Yaylada herkes bir şıklık yarışı içerisinde
olurdu. Günlük giyimde de yayla için alınmış kıyafetler giyilirken… Komşu
gezmelerinde, özellikle çarşıya alışverişe gidilirken, akşamüzerleri Fetilli
veya Akarca Güzlesi’ne doğru anayol kenarından yapılan yol boyu yürüyüşlerinde
hem bayanlar hem de erkekler şıklık yarışı içerisinde olurlardı.
Yol boyu yürüyüşleri yaylanın en güzel eğlencelerinden birisiydi.
Akşamüzerleri hava serinleyince özellikle genç kız ve erkekler yol boyuna
gezmeye çıkarlardı. Aslında bir tür kendini gösterme yöntemiydi. Birçok kız ve
erkek birbirini bu şekilde tanımış olurdu. Bazı densiz erkekler kızları
rahatsız etmekten geri durmazlardı… Bunlar laf atma, rahatsız edici bakışlar ve
beden hareketleri şeklinde olurdu. Demek ki o dönemin öküzlerinin iletişim yolu
buydu. Bu sözlü ve hareket şeklindeki tacizlerin bir kısmı kavgalara yol
açardı. Yürüyüşe çıkarken ya çarşıdan ya da sinemanın önünden kuruyemiş
alınırdı ve yürürken yenilirdi.
Yaylanın en eğlenceli yerlerinden birisi olan yazlık sinemasıydı. Sinema
çarşıya giden yolda köprüye gelmeden solda idi. Elektrik olmadığı için
sinemanın elektrik üreten, jeneratör görevi gören bir su motoru vardı ve bunun
ürettiği elektrik ile sinema aydınlatılır ve filmler oynatılırdı. Sinema üç
bölümden oluşmuştu… Girişte hemen sağda önü briket bir duvarla çevrilmiş kısım
ailelere ayrılmıştı. Sanıyorum bu bölüm elli kişi kadar alıyordu. Soldaki kısım
ise en fazla seyirci alan kısımdı ve bekâr erkeklere ait olan bölümdü… Yüz elli
kadar seyirci aldığını sanıyorum. Bu kısımların arasından geçerek birkaç
basamak inerek havuz başına varıyordunuz. Havuz yuvarlak olarak yapılmış ve
fıskiyesi vardı. Havuzun içerisinde satmak için konulmuş gazoz, ayran, limonata
gibi içecekler vardı. Bu kısımda birkaç masa konulmuştu… Aile veya bekâr kim
önce gelirse buraya oturabilirdi. Önce bir aile gelmişse buraya bekârlar
oturtulmazdı. Buradan filmleri biraz aşağıdan izlerdiniz. Tuvaletlerde bu
kısımda idi. Sinemada tahta sandalyeler kullanılıyordu ve sandalyeler
arkalarından uzun kalaslarla birbirine çivilenmişti. Sinemanın girişinde bilet
kesiliyor, kuruyemiş de girişte satılıyordu. Sonraki yıllarda sinemacının
torunu Sinan ile arkadaş olmuştuk… Bize bilet kesmez olmuştu. Birçok insan
sinemayla belki de burada tanışmıştı. Bir gün amcam çobanlarını sinemaya
getirmişti ve kovboy filmi oynuyordu. Atların koşarak geldiği bir sahnede
kendisini atlar üzerime geliyor diye korkuyla geriye attığını hala gülerek
anımsarım.
Yaylanın birde Türk hamamı vardı… Sanırım Nusayri bir yaşlı amca
işletiyordu. Kubbeli ve kubbesinde camlı dairesel küçük pencereleri vardı.
İçeride kapıları eskimiş soyunma kabinleri ve tuvalet bulunuyordu. Bu kısmı
geçince hamamın içine giriyordunuz. Ortada göbek taşı kenarlarda kurnalar ve su
yalakları ile hamam tasları bulunuyordu. Göbek taşına yatıp iyice terledikten
sonra bir yakınınıza kendinizi keseletiyordunuz. Hamamda tellak bulunmuyordu.
Hamam sabahtan öğleye kadar kadınlara, öğleden sonra ise erkeklere hizmet
ediyordu. Başlangıçta annem ile birlikte hamama gidiyorduk. Annem bizi hemen
temizleyip eve gönderiyordu. Sanırım ilkokul ikinci sınıfa kadar hamama annemle
birlikte gittim. Zaten minyon tipli olduğum için galiba yaşımı da
göstermiyordum… Hoş hala göstermiyorum ya . Bir süre sonra diğer bayanlar
anneme; “babasını da getirseydin ya!” diye söylenmeye başladılar. Bu gibi
birkaç sözlü tacizden sonra annem beni bir daha götürmedi. Benim Türk hamamı
sevgimi de bu bayanlar yok etmiş oldular. O tarihten bu yana çok değil iki-üç
defa hamama gitmişimdir. Hâlbuki göğüslerinin üstüne kadar peştamalı
sarıyorlardı. Elbiseyle girseler bundan farklı olmazdı. Bizim gördüğümüz bir
şey mi vardı ki!... Belki de ben ordayım diye böyle davranıyorlar, annem beni
yıkayıp gönderdikten sonra hamam sefası yapıyordu hainler! Hamam temizliğini annem babama devretti ve
öğleden sonra babamla gitmeye başladım. O ne öyle ya! Kadınlardan sonra çekilmez
bir görüntü vardı. Peştamalı beline kadar sarmış kıllı kıllı yaratıklar,
keselenirken veya su dökünürken pervasızca davranıyorlardı. Ayrıca kadınlarda
feryat figan, gürültü varken bunlarda ölüm sessizliği vardı. Birkaç sefer
babamla gittikten sonra ben artık hamama tüm ısrarlara rağmen gitmez oldum ve
banyomu evde yapmayı tercih ettim. Ah, kadınlar ah! Ne vardı hiç olmazsa
üniversiteye kadar hamama annemle gitmeme izin verselerdi.
Bu
hamam önceki yıllara kadar hizmet veriyordu. Nedense sonrasında kapatıldı.
Düşünün hiçbir yaylada veya beldede olmayan Fındıkpınarı’nda vardı. Bu hamamın
yerel yönetimce tekrar restore edilerek hizmete sokulmasında bence en azından
nostaljik (özlemli) ve kültürel açıdan fayda var.
Fındıkpınarı’nda beş altı tane kasap vardı. Bunlardan bir tanesi Beşkoz’da
idi. Kasaplar kendi yetiştirdikleri hayvanlarını veya satın aldıkları
hayvanları dükkânlarının arka kısmında kapalı bölümde keserlerdi. Çarşının
kuzeyinden gelen kanalın içerisine de hayvandan çıkan kan ve pislikler
dökülürdü. Kestikleri hayvanları dükkânın önünde bulunan kancalara takarak
sergilerler ve müşterinin isteğine göre parçalarlardı. Genelde yaylada köylü
kesimi olduğu için davar kesimi daha çok olurdu… Çünkü bizim Mersin köylüleri
yağsız olduğu için davar etini tercih ederlerdi. Şehirden gelenler ise kuzu
etini tercih ederlerdi. Onlar içinde kuzu kesilirdi. Dana gibi büyükbaş
hayvanlara pek rağbet olmadığı halde büyükbaş hayvanda az da olsa kesilirdi.
Eskiden etin bir lezzeti olurdu… Çünkü hayvanlar yayılım hayvanı idiler besili
ve hormonlu değil. Geçtiğimiz yıllarda kasap Erşen’in aç gözlülüğü nedeni ile
kaçak at ve eşek etini sattığı tespit edilince ve bu birkaç kez olunca insanlar
etlerini haklı olarak şehirden götürmeye başladılar ve kasapların sayısı iyice
azaldı.
BÖLÜM 9
Fındıkpınarı’nda biri karakol karşısında, biri kasapların üstünde, biri
tekel büfesinin yanında yerde, biri otelin altında, biri garajdan dereye inen
yol kavşağında Şıkır’ın kahvesi, birisi garajın girişinde sağda, üçü de karşıda
Beşkoz, bir tanede Akarca Güzlesin’de olmak üzere on bir tane kahvehane vardı.
Bu kahvehaneler erkeklere özeldi ve hala da öyle devam etmektedir. Aslında
kahvehanelere kadınların gelmelerine kimse ses etmez ve gelseler bence kahvehanelere
bir güzellikte gelmiş olur. Bir yayla için bu sayıda kahvehane olması çok
görülebilir. Pazartesi günü kahvehaneler tenha olur, sohbet edecek adam
bulamazsınız. Çünkü evin erkekleri haftanın ilk günü ihtiyaçların karşılanması,
şehirdeki işlerin halledilmesi için, köylüler ise ilaveten bahçe ve köy işleri
için şehre inerlerdi. Salı günleri kahveye gelen kişilerin sayısı biraz daha
artar ve bu artış hava sonuna kadar devam eder, Pazar günü ise günübirlik
şehirden kaçıp gelen ziyaretçilerle kahvehanelerde oturacak yer bulamazdınız.
Her kahvehanenin içerisinde zorunluymuş gibi bir berber olurdu. Kahvehanelerin
ortasında bulunan ve sürekli suyu akan havuzda ise ayran, gazlı içecekler,
limonata bulunur ve bunlar müşterinin isteğine göre soğuk ikram edilirdi.
Kahvehanelerde çay ve kahvenin yanında sıcak içecek olarak nane ve kekik de
satılırdı. Süzme yoğurttan yapılan köpüklü soğuk ayranın hele yanında sıcak bir
simit de olursa tadına doyum olmazdı. Yine sıcak nane suyu en rağbet gören
içecekler arasındaydı. Kahvelerin kış günleri için yapmış oldukları kapalı
bölümleri de olur ve buraya oturanlar genelde paralı kumar oynarlardı.
Yetmişlerin sonuna doğru Bayram Ali ve Bilal Yılmaz kardeşler garajın girişinde
bulunan kahvenin (Hissedardılar) garaj yönünde büyük bir kahvehane yaptırdılar.
Birkaç yıl kendileri işlettikten sonra kiraya verdiler. Veli (Sonrasında
kasaplıkta yaptı) kahveyi kiralayarak 30 Ağustos eğlenceleri vasıtası ile
ağustos aylarında tombala oynatmaya başladı. Tombalada; büyük rakı, küçük rakı
ve şarap çekilişleri yapıyordu ama isteyen ödül yerine parasını alabiliyordu.
Birkaç defa bende oynadım ve o günün parası ile çok kazandım. Ama baktım
bağımlılık yapacak bir daha oyunlara katılmadım. Ben kahve oyunlarını oldum
olası pek sevmedim, halada sevmem genelde yol kenarına bakan kısma birkaç
arkadaşla oturur, hem sohbet eder hem de çarşıdaki hareketliliği gözlemleyerek
vaktimizi geçirirdik. Burada gazetelerimizi de okurduk. Bir ara jandarmanın
yerine il halk kütüphanesinin geçici bir şubesi açılmıştı. Bende karşısındaki
kahveyi sevdiğimiz bir köylümüz, abimiz işlettiği için oraya takılıyordum ve bu
kütüphaneden kitaplar almaya başladım. Bazen orada otururken günde iki kitap
alıp okuduğum oluyordu. Kütüphaneci bayan ben kitap değiştirmeye gittiğimde hem
şaşırıyor hem de içten içe sevindiğini görebiliyordum. Çünkü kütüphaneye çok
fazla ilgi yoktu. Benim görebildiğim kadarı ile her gün yedi sekiz kişi kitap
almaya veya değiştirmeye geliyorlardı. Velhasıl o yıl bayağı bir kültür
birikimi depolamış olduk. Aslında kahveler biraz gruplara ayrılmış gibi idi.
Otelin altına cami cemaati, Şıkır’ın kahvesine yaşlı gurubu, kasapların
üzerindekine Mezitliler, Beşkoz tarafındakine ise çarşıya yürümek istemeyen
veya yürüyemeyen yaşlılar grubu takılırdı. Kahvelerde okey, domino, tavla ve
kağıt oyunları oynanırdı. Kahvede oturanlar acıktıklarında ya tava attırırlar,
ya simitle geçiştirirler, yada lokantaya giderek yemeklerini yerlerdi. Pek
evlerine yemeğe giden olmazdı. Tava attırıp kahvenin iç kısmında yanında rakıda
içerlerdi.
Yaylada yine birçok yaylada olmayan dönemi içerisinde güzel olan bir
otel bulunuyordu. Bu otelin altında kahve ve fırın bulunuyordu. Yayladan ev
kiralamak ve eşya taşımak istemeyen, mali durumları daha iyi olan ailelere
birkaç günlüğüne veya uzun bir süreliğine bu otelde kalıyorlardı. Otel taştan
yapılmış, caminin bitişiğinde ve çarşıya üsten bakan bir konumdaydı.
Yanılmıyorsam on bir odası, ortak kullanılan tuvalet ve banyosu vardı. Halen
kullanıma devam etmektedir.
Yaylada fırınların hepsi taş fırın şeklindeydi. Pişirimde yaparlar…
Fırınların içi lahmacun ve tavalarla dolardı. Çarşı içinde biri jandarmanın
karşısında, biri kasapların yanında, biri otelin altında, biri onun karşısında,
biri çarşıya girişte, ikisi Beşkoz’da karşılıklı olmak üzere, biride
köprübaşında orman dairesine çıkan yolun solunda olmak üzere sekiz tane fırın
vardı. Hepsi de gayet güzel çalışırdı. Sabahları ve ramazanda küncülü pide,
öğlenleri ve akşamları da somun çıkarırlardı. İstek üzerine lavaş ekmek de
yaparlardı.
Lokanta olarak önce yıllarca jandarmanın
karşısında, şimdi ise çarşıya girişte solda lokantacılık yapan Cıncık’ın
lokantası vardı. Cıncık aynı zamanda yıllarca köy muhtarlığı da yapmış, yaylaya
büyük emeği geçen bir insandı. Lokantasında her türlü sulu yemeğin yanında
ızgara ve tava çeşitleri de bulunurdu. Lokanta içkili idi. Ben Cıncık’ın en çok
et haşlama ve pilavını severdim. Halada öyledir, şiddetle tavsiye ederim. Bazen
kendimiz sade parça et, soğan, sarımsaktan oluşan adına kuru tava dediğimiz tavayı
hazırlar, fırına verirdik. Fırından aldığımız tava ile Cıncık’ın lokantasına
gider, onun hazırladığı salata ile içkilerimizi yudumlardık. Sonrasında birçok
lokanta açıldı ama Cıncık karşısında dayanamadılar. Buna ilaveten bir veya iki
ciğer, kebap dürümcüsü de hizmet verirdi.
Tatlıcı olarak çarşının içinde, otelin karşısında bir seyyar tatlıcı
olurdu. Bu tatlıcı Nusayri amcalardan birisi idi yıllarca hizmet verdi ve ondan
tatlıcılığı öğrenen yerlilerden birisi şimdi bu hizmeti vermektedir. O zaman
halka tatlısı, tulumba tatlısı, şam tatlı, börek tatlı çeşitleri olurdu.
Şimdilerde pastane şeklinde birkaç tatlı salonu açılmaktadır.
Bakkal ve manavlar o dönemde her iki hizmeti de vermekteydiler. Yine
çarşı içerisinde ikisi kasapların yanında, birisi karşılarında, birisi çarşı
girişinde, birisi Şıkır’ın kahvehanesi altında İbili Hasan, ikisi de Beşkoz
tarafında olmak üzere yedi tane bakkal manav vardı.
BÖLÜM 10
Yaylada birde gazete ve tekel bayii vardı. Yani tekel bayii aynı zamanda
gazete de satıyordu. Gazeteler otobüs veya minibüsler ile geliyor, en erken
gazetenin gelişi öğleyi buluyordu. Bazen gazetelerin bir gün sonrasını bulduğu
da oluyordu. Gazeteler geldiği anda bitiyordu. Onun için insanların gözü
kahvede otururken aynı zamanda gazetelerin gelip gelmemesindeydi. İlginç
şekilde her türlü gazete aynı zamanda tükeniyordu. O dönemler; Hürriyet,
Milliyet, Günaydın ve Cumhuriyet gazeteleri en çok satan gazetelerdi.
Gazetelerin yanı sıra Gırgır, Fırt gibi o dönemler dünyanın en çok satan mizah
dergileri, Zagor, Teks, Teksas, Tommiks, Kaptan Swing, Beyaz fotoromanlar vb.
çizgi karakter dergilerde çok satıyordu.
Yaylada elektriğin olmadığı dönemlerde aydınlatma araçları olarak; mum,
gemici feneri, gaz lambası ve lüks lambaları kullanılıyordu. Gemici feneri;
camının etrafı çapraz olarak telle çevrili bir lamba türü idi. Tel bir kulpu
vardı ve bu tel kulp yukarıya kaldırılarak elde taşınabiliyordu. Gazyağı ile yanan
fitilli bir lambaydı. Cam alttan bir tele bastırılınca yukarıya doğru kayıyor
ve camın altından ortasında bulunan fitil kibrit ile tutuşturuluyordu. Kapalı,
kolay taşınıyor olması ve en önemlisi rüzgârdan sönmemesi nedeni ile gemici
lambası olarak adlandırılır. Düz bir yere konularak veya kulpundan asılarak
kullanılırdı. Gaz lambası ise gazyağının konulacağı cam bir haznesi olan, bu
haznenin üzerine yivli olarak takılan ortası fitilli ve fitili aşağı yukarı
kaydıran bir çarkı bulunan mekanizması vardı. Bu mekanizmanın üzerine altı
yuvarlak, üstü silindir bir boruya benzer camı vardı. Bu camın arkasında metal
bir siperliği bulunurdu. Gaz lambası da düz bir yere konarak veya metal
siperliğin üzerindeki telden asılarak kullanılırdı. Rüzgârlı havalara gaz lambası
uygun değildi. Camının üzerinden alacağı bir rüzgârla sönebilirdi. Gaz lambası
camın üstünden üfleyerek, gemici lambası ise camın yukarıya kaydırılmasıyla
ortaya çıkan boşluktan üfleyerek söndürülürdü. Hem gemici hem de gaz
lambasından daha fazla ışık almak için fitil yukarıya daha az ışık içinse fitil
aşağıya kaydırılırdı. Bu lambaların içerisinde en fazla ışık saçan ise lüks
lambaları idi. O dönemlerde pahalı olması nedeni ile alımı lüks sayıldığından
adı lüks lambası olmuştur. Gerçekten de yaylada çok az kişide vardı. Bunlardan
biride biz idik ve o dönem şanslı sayılabilirdik. Lüks lambası diğer lambalara
daha büyük ve silindirik bir yapıya sahipti. Altta metal bir gaz yağı haznesi
bulunuyordu. Üstünde ise dört tane saplamalı mil arasında silindirik bir camı
bulunuyordu. Camın içerisinde kenardan gelen ve ortaya doğru eğilen bir ince
gaz borusu vardı. Bu borunun ucunda beş cm çapında yuvarlak bir metal
bulunuyordu. Bu metala tülden yapılmış gibi bir kese üzerinde bulunan iple
bağlanıyordu. Bu keseye gömlek adı veriliyordu. Gömleğin altına doğru on-on beş
cm altta ispirto haznesi bulunuyordu. En üste ise lüksün tepeliği bulunuyordu.
Bu tepelik alt gaz haznesinden çıkan millere bağlanıyordu. Cam değişiminde veya
camı çıkarılıp gömlek değiştirileceğinde bu tepelik çıkarılıyordu. Lüks
lambaları, gaz ocakları gibi gazın pompalanarak sıkıştırılması ve yukarıya
verilmesi ile çalışıyordu. Bu nedenle gaz haznesi üzerinde pompalama görevi
gören bir mil bulunuyordu. Lamba yakılacağı zaman gaz deposunun üzerinde camın
altında bulunan bir delikten ispirto haznesine ispirtoluk vasıtası ile ispirto
konur, bu ispirto kibrit ile tutuşturulurdu. Gömleğin biraz yanması beklenir ve
ondan sonra lamba pompalanır ortalığı bir aydınlık kaplardı. Lamba
söndürüleceği zaman ise içerideki sıkışmış gazın havasını alan kelebek türü bir
cıvata gevşetilirdi. Bu lüks lambaların metal bir kulpu vardı, bu kulptan
tutarak lüks taşınır veya bir yere asılırdı. Düz bir zemin üzerine de
koyabilirdiniz. Işık zayıfladığı anda pompalama yapılırdı. Lüksün gömlekleri
yandığı için taşırken gömleğin düşmemesine dikkat etmek gerekirdi. Gömlek
düşerse yenisi ile değiştirmek gerekirdi. Bu lambaların bazen keçeleri ölür,
gaz yolları tıkanırdı. Lükslerin ve gaz ocaklarının tamirini merhum tüfekçi
Naci usta yapardı. Naci ustanın orman dairesinin çarşı tarafındaki yolunun
köşesinde bir kişinin zorlukla sığacağı bir kulübesi vardı. Sonra bu kulübesini
yolun altına Kuyuluklu Yağcıların garajının köşesine taşıdı. Naci Usta orta
boylu sarışın, biraz kilolu hoşsohbet bir insandı. Kendi silahını üretebilecek
ustalıkta idi. Aynı zamanda iyi bir avcı idi. Naci ustanın dükkânına birçok av
tüfeği de tamir amaçlı getirilirdi. Bazen işini yaparken bizimle sohbet eder
bazen de bizi (demek ki oynarken biraz rahatsız edip dikkatini mi dağıtıyorduk
bilmem) azarlar ve uzakta oynamamızı isterdi. Naci usta bir yandan işini
titizlikle yaparken bir yandan da ufak ufak demlenirdi. Sanıyorum kendisi
muhacir (göçmen) idi. Babamda iyi bir avcı olduğu için birlikte
avlandıklarından dolayı tüfekler, av köpekleri, yaptıkları avlar ve avcı
hikâyeleri üzerine sohbetler ederlerdi. Daha sonra bu işi babasından öğrenen
Hüseyin devraldı. Bende Hüseyin’e tüfeğimin bakımlarını yaptırmışımdır.
Mersin’de yeni adliye binasının güneyinde bulunan hırdavatçıların olduğu
yerdeki küçük pasajın içerisinde dükkânları vardı. Birkaç yıl önce Hüseyin’de
genç yaşta hayatını kaybetti.
Fındıkpınarı’nın en eğlenceli mekânlarından birisi de Abdülrezzak
amcanın işlettiği bilardo ve cincan (langırt) salonuydu. Bu mekân orman
dairesinin çarşı yönündeki yolunu geçince sağda, bıçakçı Mahmut’un bitişiğinde
idi. Barakadan bozma bir yer idi. Daha sonra oraya arsa sahibi altında üç dört
dükkân olacak şekilde bir yer yaptı ve Abdülrezzak amca bu dükkânların üzerine
mekânını kurdu. Abdülrezzak amca yaşlı yüzü kırış kırış, esmer, uzun boylu ve
dinç bir ihtiyardı. Aslında yaylada iki-üç evi vardı. Bunlardan birisinde
kendisi oturur. Diğerlerini bazen kiraya verir, bazen de boş tutardı. Aslında
evlerin bakımsız olduğunu ve çürüyen yerlerin üzerine teneke, çinko ve tahta
parçaları çakardı. Kendisi Nusayri idi. Halluş veya Alluş adında çağırdıkları
genç, sarışın, iri yapılı bir oğlu vardı. Alluş’da zekâ yetersizliği vardı
fakat her işini yapabilen, kendine verilen görevleri yerine getiren, öz
bakımını çok iyi yapan birisiydi. Sıklıkla Mersin’de Küçük Hamam sokağında
görürdüm ama yıllardır da görmüyorum. Aslında Abdülrezzak amca ile Alluş
(Gerçek ismi Ali galiba) sima olarak hiç birbirlerine benzemezlerdi. Oğlu
olarak bilinse de büyük ihtimal torunuydu. Abdülrezzak amca sert görünen huysuz
bir ihtiyar görünümünde olmasına rağmen çok iyi kalpli bir insandı. Onu bu
görünüme iten veya kendisini bu görünümde tutmaya zorlayan… Oraya gelen ve
zıpırlıklar yapan, Halluş’u kızdıran, Abdülrezzak amcayı kandırmaya çalışan
kişilerdi. Kimsenin olmadığı zamanlarda benimle hoşbeş eden şakalaşan güzel bir
insandı. (Bu arada ben insanları rahatsız etmediğim ve zıpırlıklardan uzak
olduğum için büyükler beni çok severler, ikramda bulunurlar, dükkânlarını ve
eşyalarını emanet ederler, bir büyükmüşüm gibi sohbette bulunurlardı. Hâlbuki o
dönemler yedi sekiz yaşlarında idim.) Abdülrezzak amca güne mekânı süpürmekle
başlar… Sonra cincan makinelerini yağlar, masalarda tamirat yapılacaksa
tamiratlarını yapardı. Cincan makinelerinde genel arıza çevrilen kolların sap
kısmının gevşemesi, masa içindeki oyuncuların gevşemesi, masanın paragözünden
para atılınca topların gelmemesi şeklinde arızalar oluşurdu. Aslında masaların
hepsi eskiydi ve sık sık arıza yaptıkları için Abdülrezzak amcanın elleri hep
makine da değil siyah motor yağı içerisinde olurdu. Galiba ucuz olsun diye
kullanılmış motor yağı kullanıyordu. Bu yüzden cincan oynayan birçok kişinin de
o güzelim yeni yayla kıyafetlerine yağ bulaşabiliyordu. Aslında Abdülrezzak
amcayı seyretmek benim için güzel bir vakit geçirme yöntemiydi. Bazen bir yere
gitmesi gerekirse bana emanet ediyordu. Genelde ufak çocukları kovalardı
(Birazda küçük yaşta alışmasınlar diye) ama beni sevdiğinden bana ses etmezdi.
Bazı kişiler cincanın kollarını ve masasını kıracak şekilde oynamalarına çok
kızar ve öfkelenirdi. Oynayan kişilerse verdikleri üç kuruş para ile masayı da
satın aldıklarını zannederlerdi. Bazıları toplar eksik düştü bize top ver
diyerek adamı kandırmaya çalışırlardı.
BÖLÜM 11
Bir
bıçakçı Mahmut amcamız vardı... Bizim sokağa çıkışın sol başında, Abdülrezzak
amcanın cincan salonunun bitişiğinde... Nusayri, uzun boylu, yanık tenli,
kocaman bir burnu ve kırışık bir yüzü vardı. El yapımı bıçak temsilcilerinin
son neslinin bir öncesini temsil ediyormuş da haberimiz bu gün oluyor. Çünkü o
neslin son temsilcisi Bitpazarı (Zafer Çarşısı)'nda bir kaç yıl öncesine kadar
kendi bıçaklarını üreten Akdeniz Bıçakevi sahibi Fahri (Çokparlamış) usta da
artık kendi bıçaklarını üretmez oldu. Başka marka bıçakları satıyor, tamirat ve
bileme işi yapıyor. Yirmi beş yıl önce kendisinden almış olduğum bıçakları
bilemeye ve yıpranan tahta saplarını değiştirmeye götürdüğümde; uzun yıllardır
evladını görememiş bir babanın gözlerindeki parlamayla bıçağa uzun uzun bakıp,
evirip çevirdikten sonra bana dönüp "ben bu bıçakları en son yirmi beş yıl
önce yaptım. Artık yapmıyorum." diye söze başlayarak, ne yapılmasını
istediğimi soruyor. Ben de "Fahri usta ben yirmi beş kullandım, bakalım
daha kaç yıl daha kullanacağımı test ediyorum, bakalım buna hangimizin ömrü
yetecek diyorum." Gerçekten de mükemmel bir işçilik. Demek ki benden başka
Fahri ustanın kendi ürettiği bıçakları kullanan kalmamış veya artık o bıçakları
Fahri ustayla buluşturmuyorlar. Fahri ustaya o zevki yaşatmak için olsa da
senede bir o bıçakları ustasına götüreceğim.
İşte Fahri usta sayesinde Mahmut amcanın bıçaktaki hünerini ve
ustalığını daha iyi anlıyorum. Mahmut amcanın yoldan zemin olarak dükkânı daha
yüksekte kalıyordu. Dükkâna ulaşmak için toprak zeminden birkaç metre tırmanmak
zorundaydınız. Eğer Mahmut amcanın hayrat olarak yaptırdığı çeşme veya yağmur
toprağı ıslatmışsa ayağınız kayarak patinaj yapıyor ve tırmanmakta zorlanıyor,
hatta kayıp düşebiliyordunuz. Bıçakçı kulübesi basit bir barakaydı ve tahta
parçaları ile çinkoları mı, çinkolar ile tahta parçaları mı birbirine
tutturulmuştu... Belli olmuyordu. (Evi dükkândan hemen yukarıda idi ve ev dükkâna
göre daha sağlam duruyordu.) Sadece en sağlam yeri önde kapanan tahta kepenk
idi ve alttan sağlam bir kale kapısı kilidi gibi anahtar ile kilitleniyordu. Dükkân
içerisinde orta büyüklükte bir örs, ocak ve körüğü vardı. Basit aletleri
olarak; bahçe makası, büyükçe bir terzi makası, törpü, çekiç, kerpeten, pense,
bıçkı vb. idi. Bıçak saplarının keçiboynuzundan (Gerçek keçiboynuzu, yenen keçiboynuzu-
harnup ile karışmasın) yapıldığını burada görmüştüm. Mahmut amca tüm bıçakları
kendisi üretiyordu. Kimisine tahta, kimisine metal kimisine de keçiboynuzundan
yapmış olduğu sapları takıyordu. Büyük bıçaklar için çok daha büyük ve geniş
boynuzlara ihtiyaç olduğu için onlara tahta veya metal sap takıyordu. O
dönemlerde plastik kullanımı günümüzde olduğu kadar yaygın olmadığı için
plastik sap yapılmıyordu. Genelde de çakı bıçaklarına yaptığı sapları keçiboynuzundan
yapıyordu. O dönemler hemen her erkeğin, özellikle de köylü erkeklerin (Onlar
bağ, bahçe, tarla işlerinde yoğun kullandıklarından dolayı) mutlaka cebinde bir
çakı bıçağı mutlaka bulunduğu için işlerinin de son derece iyi olduğunu söyleyebilirdim.
Mahmut amca bağ budama bıçakları ve makasları da satıyordu ama bunlar kendi
yapımı değillerdi. Dükkân çok dağınık ve kirli olurdu. Aslında körüğün isi de
yıllardır dükkâna sinmekten ortaya adeta siyaha boyanmış bir dükkân havası
veriyordu. Bizim için çok karmaşık ve dağınık olan dükkân Mahmut amca için ise
son derece düzenli idi ve her istediğini elini attığında bulabiliyordu. Aslında
en düzenli olan şey bıçaklarını teşhir amacı ile asmış olduğu tahta panolardı.
Burada sergilenen bıçakların kalitesini rahatlıkla görebiliyordunuz. Hele o keçiboynuzundan
oluşturulmuş saplar içi görünebilecekmiş gibi duruyorlardı. Mahmut amca küçük
parçalara ayırdığı demir parçalarını yanan ateş ocağına bırakıyor, ateşi körük
vasıtası ile kuvvetlendiriyordu. (Ocakta kömür kullanıyordu.) Metal
parçalarının alevleri çıkıncaya kadar ısıtıyor ve büyükçe bir kerpetenle
tuttuğu kızmış metali örsün üzerine yatırıyor ve çekiciyle yassıltıncaya
(inceltinceye) kadar dövüyor dövüyordu. Çelik soğumaya başlamadan üzerine su serpeliyor
(çeliğe su verme işlemi), metal parça tam soğuyunca tekrar ocağa, ateşi
körüklüyor, sonrasında da metal ısınıncaya kadar diğer işlerine bakıyordu.
Isınan demir parçasını tekrar ocaktan çekiyor ve aynı işleme defalarca devam
ederek demire şekil veriyordu. İstediği şekli alan demiri bu seferde
bileyleyerek keskinleştiriyor, bir sap takarak satışa hazır hale getiriyordu.
Keçiboynuzuna
şekil vermek biraz farklı olsa da hemen hemen aynı süreçlerden geçiriyordu. Keçiboynuzun
ocağa atıyor, yanma kıvamına gelince ocaktan alıyordu. Sonrasında ateşte
yumuşamış olan boynuzun fazla gördüğü kısımlarını kesiyor, çekiç darbeleri ile
çekerek düzleştirme işleminden sonra, saatlerce törpülüyordu. Keçiboynuzundan
oluşan sapın parlama nedeni bu törpüleme işi idi. Boynuzu olabildiğince
inceltiyordu. Sonra şeklini vererek bıçak kısmını takıyordu. Aslında insanların
özellikle çocukların nedense iş yaparken kendisini dakikalarca izlemesinden
rahatsız olmaz, fakat bana ses etmez hatta çok hoşsohbet olmasa da bazen sohbet
ederdi. Benimle birlikte başka çocuklar olduğu zaman hepimize kızarak bizleri
uzaklaştırırdı.
Mahmut amcanın dükkânının önüne kendi hayrat olarak yapmış olduğu... Bir
su borusunun ucuna takılı musluktan ibaretti. Su içmek isteyenler bu musluğu
açarak soğuk su ihtiyacını giderirdi. Yaylanın her tarafından sular gürül gürül
boşa akarken Mahmut amca musluğun açık bırakılmasına tahammül edemezdi. Çoğu
zaman musluk açık kalmışsa; işini bırakır kalkar söylene söylene musluğu
kapatırdı. Bazen çocuklar oyun amaçlı suyla oynarlar... Mahmut amca da kızarak
bunları uzaklaştırırdı. Gerçekten su içmek isteyenlere bile kızardı. Böyle
anlarda başını kaldırıp da musluğun başında su içenin ben olduğumu görünce
susardı... Çünkü benim onu kızdıracak bir davranışta bulunmayacağımı ve
gerçekten su ihtiyacımı giderdiğimi bilirdi. Mahmut amca insanlar kolaylıkla su
içebilsinler diye (çeşme biraz yüksekteydi) boruya bir zincir bağlamış,
zincirin ucuna da metal bir kupa takmıştı. İnsanlar çoğu zaman musluğu kırarlar
veya sökerlerdi. Böyle zamanlarda kızgınlığını belli etmek için borunun ucuna kör
tapa takar ve suyu birkaç gün açmazdı... Fakat dayanamaz yine bir musluk
takarak insanların hizmetine sunardı. Aslında çok değişik musluklar takmıştı
ama en ilginci petrol istasyonlarındaki akaryakıt pompalarına benzer (fakat
bunun basma kilidi altta değil üstteydi) bir musluk takmıştı. Üstten kola
bastırıyordunuz su akıyordu. Bu çocuklar için yeni bir merak ve oyun aracı
olacaktı ama Mahmut amca da birkaç metre ötede şahin gibi bakıyordu...
Mahmut amca hayata veda edince mirasçıları aslen Akarcalı olan bir
marangoza yerlerini sattılar ve şimdi o yerde betonarme bir dükkân ve yine
betonarme güzel bir ev yer alıyor.
BÖLÜM 12
Yaylada ne çok hoş insan vardı; bunlardan bir tanesi de ahraz olan bir
aileydi. Bu ailede anne ve baba ahraz, sahip oldukları çocukları ise normaldi.
Bu aile bıçakçı Mahmut’un (Bizim sokağın) hemen karşısından aşağıya doğru inen
dar yolun (Hoş bütün yollar dardı ya…) sağındaki betonarme evde oturuyorlardı.
Onların bir altındaki evde de bir erkek ve bir kadın cüce yaşıyorlardı. Sanırım
ahrazlar ile akrabalıkları yoktu. Bu erkek olan ahrazı bir gün olsun tıraşsız
görmedim desem yalan olmaz… Gayet şık giyinen orta boylu, hafif kilolu ve
yakışıklı bir beydi. Ya saçma tüfeği ile tahta bir panoya yapıştırdığı
mantarlara ateş ettirerek para kazanır ya da bugün çarkıfelek adı verilen bir
altmış, yetmiş cm çapında çarkını döndürür bunun üstünde yazan hediyeleri kazanma
şansına sahip olurdunuz veya boş geldiğinde kaybederdiniz. Tabi bu oyunu
oynarken o günün parası ile bir bedeli başlangıçta öderdiniz. Bu oyunlarını
evlerinin yanında Kuyuluklu yağcıların evlerinin arkasında bulunan hemen yol
kenarındaki garajda oynatırdı. Yazın geçimini bu şekilde sürdürürdü. Bazen bu
oyunu oynayanlarla yok boş geldi gelmedi atışmaları da olur… O da kendi işaret
dili ile kızarak bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Ama yüreği çok temiz ve efendi
bir insandı. Nedendir bilmem yıllardır çıktıkları yaylaya bir daha çıkmaz
oldular ve evlerini önce kiraya verdiklerini, sonra da sattıklarını duydum.
Cüce olan aile ise pek sokağa çıkmazlardı. Sanırım insanların alaycı ve
aşağılayıcı bakışlarından rahatsız oluyorlardı. Bazen ahrazın yanına çıkarlar,
biraz durduktan sonra tekrar evlerine girerlerdi. Onlar ahrazlardan daha önce
yaylaya gelmemeye başladılar.
Yaylada bir de her gün kurulan bir pazar vardı. Bu pazar çarşıdaki büyük
garaja girerken hemen solda garajdan iki metre kadar aşağıda kurulurdu. Bu
pazara Bozön Güzlesi, Purçu, azda olsa yayla içerisinde yetiştirilen; elma,
armut, şeftali, kızılcık gibi meyveler ve yayla domatesi, salatalık, biber,
fasulye, barbunya, maydanoz, nane, kekik gibi sebzeler satıcılar tarafından
sabah erken saatte ve ikindi serinliğinde eşek veya katır sırtında getirilirdi.
Sabah saat sekiz, dokuz gibi pazar kalabalıklaşır yayla sakinleri ihtiyaçlarını
birazda pazarlık yaparak karşılarlar… Aldıkları ürünleri ya filelerine
doldururlar (O dönemler poşet kullanılmıyordu, sık gözlü ipliklerle torba
şeklinde dokunmuş, sap kısmı olan fileler kullanılıyordu.) ya da sepet halinde
pazarcıdan alırlar, sepeti evlerinde boşalttıktan sonra geri getirirlerdi. Bazı
yaylacılar ihtiyaçları olmasa da pazarın üst kısmından pazardaki hareketliliği
seyrederek vakit geçirirlerdi. Sabah pazardan ihtiyacını alanlar pazarda
olmayan ürünler içinse manavlara giderlerdi. Fileler sabahları sebze, meyve,
et, ekmek ve bakkal ürünleri ile doldurularak evin yolu tutulurdu. Sabah
alışverişine çıkmaya üşenenler günün diğer saatlerinde ve özellikle ikindin
alışverişlerini yaparlardı.
Yaylada konutu olanların dışında birde göçebelik alışkanlıklarını
sürdüren… Yaylada kalıcı olmadıklarını gösteren çadırcılar vardı. Bu
çadırcılardan abdal olanlar genelde yaylanın girişinde Demirışık yol ayrımının
sağ tarafına çadırlarını kuruyorlardı. Burada seyildeki yaşam tarzlarını devam ettiriyorlar davul
çalarak, sepet örerek, leğen-mandal satarak yaşamlarını idame
ettiriyorlardı. Yaylanın Akarca
Güzlesi’nden sonra Hacı Mehmet’in evinden itibaren yolun solunda kalan kısımda,
Beşkoz Mezargediği mevkinde de köylüler çadır kuruyorlardı. Çadır kuran
köylülerin çoğunluğu Kale Köyü, az bir kısmı da Çavak ve Çiftlik köylülerinden
oluşuyordu. Çadırlar; yarım ay şeklinde
demir veya ağaç dallarının eğilmesi, bu eğmelerin üzerine keçe, kıl dokumalar,
branda veya naylon geçiriliyordu. Çadırların alt kısımlarına derin olmayan
hendekler yağmur sularının çadırın içerisine girmemesi için açılıyor ve bu
hendeklerden çıkan topraklar çadırın üstüne örtülen malzemenin uçlarına
rüzgârdan uçmaması için konuluyordu. Çadırlar
sıcak olmasın diye üstlerine dal parçaları da atılıyordu. Çadırların önüne
dilme ve tahtalardan talfar çakılıyordu. Talfarın üstü ve iki tarafı ağaç
dalları, çalılar ile kapatılıyordu. Çadırın giriş kısmına bir örtü çekiliyordu.
Banyo ve tuvalet için çadır dışında bir iki metrekarelik, yine naylon, branda,
çul parçaları için ayrı bir yer yapıyorlardı. Tuvalet için bir metre
derinliğinde bir çukur ve çukurun üzerine kalas ve tahta parçalarından tuvalet
oturulacağı yapılıyordu. Aslında alışkın olmayanlar için zor bir yaşam türüydü.
Çadırın içerisinde uzun boylu birisi eğilerek dolaşmak durumundaydı. Herkes bir
arada yatıyordu. Çadırlarda güvenlik en önemli sorunlardan bir tanesiydi.
Suların yakındaki sebil şeklindeki çeşmelerden taşıyorlardı. Zaten suya yakın
yerlere yerleşiyorlardı. Günümüzde çadırcılık kalmadı ve çadır kurulan o
alanlar tamamen yayla konutları ile doldu. Çadırcılar yaylaya en geç gelenler
ve en erken gidenler oluyordu. Biz çadırcılık yapmadık ama her iki dedemde
çadırcılık yapmışlardır ve çadır hayatını iyi bildiğimi rahatlıkla
söyleyebilirim. (Bu arada her iki dedemin de Kurtuluş Savaşı gazisi olduğunu,
İbrahim dedemin İstanbul’a ilk giren askerlerden olduğunu burada minnet ve
övünç duygusu içerisinde söylemeyi bir borç biliyorum.)
Annemin babası olan Mehmet Yılmaz (Köroğlu Mehmet Çavuş) dedem, yayla
olarak Tepeköy’e çıkıyor ve Sivritaş’ın biraz ilerisine çadır kuruyordu.
Hayvancılıkla uğraşırken Tepeköy’den iki, üç km uzaklıkta olan Gölpınar’a
çıkıyormuş ve orada çok miktarda arazisini olduğunu annemden duymuştum fakat
daha sonra evlatları sahip çıkmadılarL.
Babamın babası olan İbrahim Ünal (Göğ İbrahim Çavuş) dedem ise
1980’lerin başına kadar küçükbaş (davar), büyükbaş hayvancılık yapmıştır.
Hayvanların sayısı çok olduğu için hayvanları Burhan Köyü’nden amcalarım Ercan,
Halil (Bahçeli belediye başkanlığı ve İl Genel Meclis Üyeliği Başkanlığı da
yapmıştır) ve Niyazi sürerek getirirlerdi. Bir süre Akarca Güzlesi’nde çadır
kurdular, daha sonraki yıllarda Mezargediği mevkine çadır kurdular. Hayvanlar
içinde etrafı çalılar ile çevrili ağıl yapıyorlardı. Sık sık dedemleri ziyarete
gittiğimden bazen çadırda yatardım. Bazen de amcamlar ve halamlar bize gelir
bizde kalırlardı. Amcamların hepsi hayvanları (yayıltmak) gütse de asıl yük
Niyazi amcam ve çobanın üzerinde idi. Hayvanlardan elde ettikleri sütleri ya
taze süt olarak veya çingillere yoğurt çalarak yoğurt olarak satarlardı. Uzun
bir sopanın üzerine aralıklarla çentikler açmışlardı. Bu çentikler çingillerin
kaymaması içindi. Çingiller kulplarından bu çentiklere gelecek şekilde asılıyor
ve sopayı ya ellerine ya da omuzlarına alarak satmaya çıkıyorlardı. O gece
orada yatmışsam beni de yanlarına alarak yoğurt satışına başlıyorduk. Yoğurtlar
taze olunca ve insanlar da bunu bilince daha birkaç sokak gitmeden yoğurtlar
bitiyordu.
İbrahim dedem 1970’lerin sonuna doğru bize bir düve armağan etti. Bu
düve Türkiye’nin en iyi ırk ineği olan sütü, eti bol olan uzun bacaklı bir inek
türüydü. Kendimiz Çiftlik Köyü’nde oturduğumuz için bakımı bizim için zor
olmayacaktı. Ayrıca babamın öğretmenlik maaşına, sebze ve meyve gelirinin
dışında ek getirisi olacaktı. Gerçekten de oldu, süt ve süt ürünlerinden
faydalandık, yavrularını büyüyünce sattık, gübresini bahçede ve sebzede
kullandık fakat yayla zamanı başımıza dert oluyordu. Onun için kamyon
tutuyorduk… Araçlardan müthiş derecede ürküyordu. Uzun bacaklı olduğu için kamyonun kasasından
dışarıya bacağını atıyordu. Bizde hayvan kendisine bir zarar verecek korkusuyla
yaylaya sürerek çıkarmaya başladık. Abim ve ben sabahın altısında kalkıyor ve
yola koyuluyorduk. Yanımıza eşeğimizi de alıyorduk. Bu günkü üniversite
yerleşkesinin güneyinden, eski köy mezarlığının yanından Bozön Deresi’ne
ulaşıyorduk. Burada Şakir’in değirmeninin (Teyzemlerin evi de oradaydı.
Geçerken bir elini öpmeye uğrardık.) önünden dere üzerindeki beton köhne
köprüden Bozön yoluna çıkardık.
BÖLÜM 13
Bozön Köyü’nün girişindeki köprünün sol yanından kuzeydoğuya doğru bozuk
bir yoldan ormana ulaşır ve orman içerisinden sürekli bir yokuşu tırmanmaya
başlardık. Eşeğe bazen Eray abim, bazen de ben değişerek binerdik… Eşeğin
yorulduğunu hissettiğimizde ikimizde eşek ve inek önde biz arkalarında yürümeye
başlardık. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra Cemilli mezarlığının beş yüz metre
kadar ilerisinde bir çam ağacının altında mola verirdik. Eskiden burada bir
kuyu bulunurdu. Eğer kuyunun başında suyu çekecek ip ve kap bulursak, su
çekerek hayvanlarımızı sular. Kendimizde içerdik. Şimdi bu kuyu duruyor mu
bilmiyorum. Yarım saat kadar dinlendikten sonra yayla yoluna çıkardık.
Çıktığımız nokta da yüksek bir kaya vardı ve hala var. Bu kayanın üst kesimleri
taş ocağı olarak kullanılıyor. Yağışların bol olduğu dönemlerde bu kayanın
dibinden bir su çıkardı. Bu pınardan kendimiz ve hayvanlarımız su içerdik.
Artık hedefimizde Kuzucubelen’e ulaşmak vardı. Burada hem öğle yemeğimizi
yiyecek hem de en uzun molamızı vererek dinlenecektik artık vakit öğleye doğru
yaklaşıyordu. Hayvanlarımızı gelirken azar azar otlatsak da nihayetinde onlarda
acıkıyorlardı. Aslında Kuzucubelen’e bayağı yaklaşmıştık ama sürekli
tırmandığımız yokuş yol bizi ve hayvanlarımızı yormuş adımlarımız yavaşlamıştı.
Bu şekilde bir süre devam ettikten sonra köye giriş yapıyorduk. Çok dikkatli
gitmek zorundaydık çünkü yol dardı ve yol kenarından gidiyorduk her an
hayvanlarımız yola çıkabilir veya aracını hızlı süren birisi bize çarpabilirdi.
Kısa bir süre gittikten sonra köy meydanına ulaşıyor, köyün tarihi çeşmesinden
hayvanlarımızı suladıktan sonra kendimizde elimizi yüzümüzü yıkıyor, kana kana
suyumuzu içiyorduk. Kuzucubelen’deki bu tarihi çeşme köy okulunun bahçesinin
köşesinde, köyün merkezinde ve yolun hemen solunda yer alıyordu. Çeşme kesme
taşlardan yapılmış, köşegen bir çeşme idi. Yanılmıyorsam üç musluğu vardı ve
doğal kaynaktan besleniyordu. Halen faal haldedir. Buradan ayrıldıktan sonra
bizi Akkahve olarak adlandırılan köyün en yüksek mevkiine doğru bir tırmanış
bekliyordu. Aslında tırmanış mesafesi fazla uzun olmasa da dikliği
yorgunluğumuzun üzerine daha yorucu oluyordu. Yarım saatlik bir tırmanıştan
sonra Akkahve’ye ulaşıyorduk. Biz molamızı Akkahve’nin kuzey alt kesiminde
bulunan ulu bir meşe ağacının altında veriyorduk. Bu ağaç ben kendimi
bildiğimden beri orada ve birçok kişi hayvanlarını o noktada dinlendiriyor.
İneği ve eşeğimizi ağaca bağladıktan sonra eşeğin heybesinde taşıdığımız
yemlerini her ikisine de pay ederek veriyorduk. Artık bundan sonra büyük bir
mola vermeyecektik. Kendimizde köyde
annemin bizim için hazırladığı azığımız çıkarıyor… Peynir, zeytin, domates,
soğan, salatalıktan oluşan yiyeceği örtümüzün üzerine yayıyor… Salatalık, soğan
ve domatesi sahanımıza (tabak) doğrayarak kendimize bir salata oluşturuyorduk.
Genelde yanımızda yufka ekmek olurdu ama canımız sıcak ve taze ekmek çekerse
Akkahve’de bulunan fırından ekmek alabiliyor, bakkaldan gazlı içecek
alabiliyorduk.
Genelde buradaki molamız bir buçuk saat kadar oluyordu. İnek, eşek ve
biz yemekten sonra çınar ağacının serinliğinde biraz uzanma hatta kestirme
fırsatı da bulabiliyorduk. Genelde biz burada iken bizimkilerde traktöre evi
yüklemiş şekilde geliyorlar ve ihtiyacımız olup olmadığını sorduktan sonra
yollarına devam ediyorlardı. Bizim önümüzde ise hala dört saat gibi zamanda
gideceğimiz bir mesafe ve yükselen rakım vardı. Aslında bu mesafeler daha
kısada gidilebilirdi ama hayvanlar bizi yavaşlatıyordu. Molamızdan sonra
hedefimiz Akarca Köyü’ne ulaşmak olacaktı. Bu noktadan sonra önümüzde meyilli
bir yol uzuyordu sonrasında kısa bir çıkış ve tekrar inişten sonra tekrar
yokuş… Akarca Köyü’ne giriyorduk. Akarca Köyü’nün de meydanında büyük bir
çeşmesi bulunuyordu. Bu çeşme betonarme yapılmış ve tarihi özelliği olmayan bir
çeşmeydi. İki üç gözden suyu akıyordu. Burada da hayvanlarımızın ve kendimizin
su ihtiyacını karşıladıktan sonra hedefimiz İsmail’in çeşmesi oluyordu. Orada
küçük bir mola verecektik. Akarca’nın kuzeyinden tarlaların arasından da oraya
daha kısa mesafede ulaşılıyormuş ama yolun dik olması gözümüzü korkuttuğundan
biz ana yoldan ayrılmıyorduk. Artık
inişi olmayan sadece yokuş olan bir yolda ilerleyerek İsmail’in Çeşmesi’ne
geliyorduk. Eskiden burada özelliği olmasa da bir çeşme vardı. Fakat
vatandaşlar ne istedilerse (Galiba oraya piknikçilerin gelmesini ve alkollü
içeceklerin içilmesini istemediler. Şimdi ise hemen kuzeyinde yeni ve güzel bir
çeşme yapıldı.) o çeşmeyi kırdılar ve sadece bir boru kaldı suyu azaldı. O
halde bile insanlar orada piknik yapmaya devam ettiler. Çok daha önceki
yıllarda tüm araçlar burada bir mola verir ve araçlar dinlendirilirdi. Çünkü
önlerinde Aybelen gibi yaylanın en dik rampası vardı. Hayvanlarımızı suladıktan
ve akan suyun dağıldığı yeşil alanda hayvanlarımızı yayıltarak bir yarım
saatimizi orada geçiriyorduk. Bizimde önümüzde Aybelen rampası vardı. Artık
hızımız daha da düşmüştü. Burada yoldan ayrılarak direkt çeşmenin karşısından
ormanın içinden yolu kısaltarak Aybelen rampasının altındaki en keskin viraja
çıkıyorduk. Aybelen rampasını çıktıktan sonra tatlı bir düzlüğe ulaşıyor bundan
sonrasında artık epey uzun bir süre yokuş tırmanmayacaktık. Artık rahat bir
şekilde hatta yolun biraz eğiminden dolayı hızımızda artıyordu. Akarca
Güzlesi’ne ulaşmıştık. Bundan sonrasında mola vermeye gerek yoktu. Akarca
Güzlesi’nden ayrılırken Hacı Mehmet’in evine kadar ulaşan beş yüz metrelik bir
yokuşu tırmandıktan sonra ilginçlikler başlıyordu. Bizim koca kırmızı inek
başını çarşıya doğru dikiyor ve sanki gülümsüyor, seviniyordu… Bunu hayvanın gözlerinde
görebiliyordunuz. Yularından tuttuğunuz
için artık bizi peşinden sürüklemeye başlıyordu, bir süre sonrada koşmaya
başlayınca biz artık yerlerde sürüklenmemek için ipini bırakmak zorunda
kalıyorduk. Bizim inek anasını görmüş dana gibi son hızla adeta oynayarak,
kıçını havaya zıplatarak son hız koşmaya başlıyor biz arkasından
yetişemiyorduk. Yol kenarındaki insanlar bir koşan ineğe, bir de bize meraklı
gözlerle bakıyorlar “inek şu yöne gitti” diyerek bize yardımcı olmaya
çalışıyorlardı. Bizde bir kaza olması korkusu ve paniği içerisinde koşacak
halimiz olmamasına rağmen koşmaya çalışıyorduk. Eşeğin bile koşacak mecali
kalmamıştı. Yayla evimizin sokağına gelince de evdekiler de haberdar olsun diye
yüzde yetmiş eğimli rampayı hızla koşarcasına çıkınca ne görelim… Bizim
hanımefendi eve gelmiş, yerine yerleşmiş istirahat ediyordu. Bizimkiler de
meraklı gözlerle… Acaba bize bir şey oldu da inek kendiliğinden mi geldi
diyorlar ve bizi aramaya hazırlanıyorlarmış.
Hep merak etmişimdir her yaylaya ulaştığımızda bizim inek bunu
yapmıştır. Bir sene önce geldiği bu yeri nasıl hatırlamaktadır?... Acaba yayla
evini sevdiğinden mi yoksa anneme olan, ona ulaşma duygusu ile mi böyle bir
davranış sergiliyordu? Çünkü onunla gerçek anlamda annem ilgileniyor, onunla sağarken,
otlatırken, altını temizlerken konuşur… Sevgi sözcükleri söylerdi.
BÖLÜM 14
Biz her türlü hayvanı besledik… Evimizden eksik olmayan ise av köpekleri
olurdu… Çünkü babam aynı zamanda iyi bir avcı idi. Son köpeğimizin annesi bir
batında sekiz yavru dünyaya getirmişti. Tabi ki bunları bir annenin beslemesi
de zor oluyordu. Zavallı hayvan iğne ipliğe dönmüştü. Üç yavrusu yetersiz
beslenmeden birkaç gün sonra ölmüştü. Bir ay kadar zaman geçince iki yavrusunu
babam avcı arkadaşlarına vermişti. Geriye elimizde üç yavru enik kalmıştı.
Aslında yavruları isteyen çoktu ama babam avcı olmalarını ve bu enikleri
gerçekten hak etmelerini istiyordu. O zamanlar siyasi olayların yoğun olduğu
dönemler, bizde de emperyalizme bir başkaldırış var (Hoş hala da var ya),
eniklerin isimlerini ben koydum. Birine Amerikan karşıtlığımdan dolayı Dolar,
birine İngiliz emperyalizmine karşı Sterlin, Birine ise Alman para birimi olan
Mark adını taktım. Dolar ve Sterlin dişi Mark ise erkekti. Babam, Dolar ve
Sterlini iki arkadaşına, annelerini de eski sahibine verdi. Elimizde bir Mark
kalmıştı. Bu yavru enik iki aylık kadarken yaylaya çıktık. Babam burada satırla
eniğin kuyruğunu bir kütüğe koyarak kesti ve ardından penisilin tozunu yara
üzerine dökerek tedavisini yaptı. Biliyorsunuz o dönemler yüzyılın icadı olan
penisilin her türlü hastalığa karşı kullanılıyordu. Av köpeklerinin kuyruğunu
ise avda çalıya falan takılıp köpeği rahatsız etmesin, av peşinde iken
kuyruğunun sağa sola çarpması sonucu avın peşini bırakmasın diye kuyruklarını
keserler.
Gelecek yayla göçünde annem biraz bizim artık yaylaya yürümek istemememizden
dolayı, biraz da ana yüreğinin dayanamamazlığı ile “Kıyasettin, artık çocuklar
yaylaya yürümekten yoruldular ve zorlarına gidiyor. Ya ineği satalım ya da yine
bir kamyon tutarak götürmeye çalışalım.” Dedi. Babam “Tamam bu sene ben sürerek
götüreyim” dedi.
Yaylaya göç günü geldiğinde babam sabah erkenden kalktı ve eşeği, ineği
önüne kattarken aynı zamanda av çıkarsa avlanırım diyerek tüfeğini ve Mark’ı
yanına aldı, yola koyuldu. Bizde öğleye doğru göç hazırlığımızı bitirdik ve
eşyalarımızı traktöre yükleyerek yola koyulduk. Cemilli mezarlığını geçtikten
itibaren gözümüz yolun sağında solunda babamızı görebilmenin çabası ile
aranıyordu. Kuzucubelen’de Akkahve mevkiine geldiğimizde bir baktık ki babam
her zaman mola verdiğimiz koca çınar ağacının altında mola vermişti ve bize el
sallayarak durmamızı istedi. Bizde bir gariplik olduğunu sezerek durduk… Babam
“Mark Kuzucubelen’e gelinceye kadar yanımda idi, fakat köyün içinde kayboldu.
Büyük olasılıkla o beni kaybettiği için köye geri dönmüş olabilir, artık
geldiğimiz yolu biliyor. Ben yarın tekrar gider onu köyden getiririm, ama siz
yine de giderken yolun sağına soluna bakınarak gidin belki beni aramak için
ilerlemiştir.” Dedi ve biz vedalaşarak ayrıldık… Artık her birimizin gözü
yollarda idi altı kişi on iki göz. (Biz beşkardeştik.) Babamdan ayrılmamızdan
bir iki dakika geçmişti ki bizden yaklaşık bir km uzaklıkta beyazlı
kahverengili bir şey (Mark her iki rengi de almıştı) yolun elli metre
yukarısından hızla ileriye doğru koşuyordu. Önce bir koyun veya dana
olabileceğini düşündük çünkü Mark bu yolları bilmiyordu… Aslında bu yollardan
geçerken henüz çok küçüktü ve traktör üzerinde geçmişti. Bizde traktörle
yetişmek için son hız vermiştik… Yolda müsaitti Akkahve’den sonra Akarca’ya
olan inişe varan virajlara gelmeden yaklaşmak istiyorduk… Biraz daha yaklaşınca
onun Mark olduğunu anladık ve hep bir ağızdan “Mark, Mark…” diye seslenmeye
başladık. O ise son hız koşmaktan bizi duyamıyordu. Artık dengine geldiğimizde
bizi duydu ve çağrışlarımız karşısında yanımıza geldi. Hemen traktörden
atladım… Zavallı hayvan korkmuş ve babamızı kaybetmenin utancı ile bize bakıyordu,
sırılsıklam terlemiş, dili dışarıya sarkmıştı. Biraz okşayarak teskin ettikten
sonra Mark’ı römorka bindirdim. Sanıyorum Kuzucubelen içerisinde babamdan
geride kalmış ve babamı kaybetmişti. Oralarda hatta geriye de giderek babamı
ararken oyalanmış ve aralarındaki mesafe açılmış. Ondan sonra koşmaya başlarken
babam bu sefer yolun sol tarafında kalan çınar ağacının dibinde mola verince de
babamı göremeyerek son sürat yoluna devam etmiş. Galiba küçükken de olsa yolu
hatırlamıştı. Hani ineğimizde evi görünce nasıl koşmaya başlıyordu… Bu da babam
daha ileride ve ona yetişmeliyim ama aynı zamanda da koşarken kazaya uğramamak
için yolun çok üstlerinden çalılık ve kayalıkların içerisinden koşuyordu…
Mark, son derece asil bir puanter av köpeğiydi. Bir gün tarlada
çalışırken ne olduysa hayvan titremeye, öksürmeye başladı. Kusmaya çalışıyor
fakat kusamıyordu. Babam hemen “hayvan zehirlenmiş” dedi ve sigara paketindeki
sigaraları çıkararak bir teneke kutunun içinde ezdi. Kutuya su koydu ve
karıştırdı. Mark’ın çenesini zorla açarak suyu ağzından boşaltarak içmesini
sağladık. Bu işlem hemen işe yaradı ve Mark kusmaya başladı. Babam “tamam şimdi
birazdan kendisine gelir, bırakın istirahat etsin” dedi ve Mark’ı bir portakal
ağacının altına yatırarak işimize geri döndük. Bir süre sonra gök gürültüleri,
şimşekler arasında sağanak yağış başlamasın mı? Sanki gök delinmişti… Doğal
olarak elimizdeki işlerimizi bırakmak zorunda kaldık. Babam “Bu yağmurda dereye
sel gelebilir. Sel gelmeden dereyi geçmeliyiz.” Dedi. Bizim tarla ile köy
arasından Çiftlik Deresi geçiyor ve şiddetli yağmurlarda derenin suyu
yükseliyor, köprü de olmayınca geçilmesi imkânsız hale geliyordu. Biz o korku
ve telaş içerisinde traktöre bindik ve köye vardık. Köye vardığımızda yanımızda
Mark’ın olmadığını fark ettik. Hâlbuki traktörün kontağını çevirdiğimizde
havalara zıplar, traktörle birlikte koşar ve onunla yarış ederdi.
Ben tekrar tarlaya döneceğimi ve Mark’ı arayıp getireceğimi söyledim.
Annem ve babam dereye sel gelebileceğini, sel sularına kapılabileceğimi,
derenin suları yükseldiyse karşıya geçemeyeceğimi söyledilerse de duramadım.
Köyden itibaren sağanak yağmur altında sırılsıklam bir vaziyette tarlaya doğru
koşarcasına gidiyordum. Aslında ben de sel sularına kapılmaktan korkuyordum ama
yine de Mark’ı kurtarmayı göze almıştım. Koşarken “Mark, Mark!” diye
bağırıyordum. O da derenin diğer tarafından tarla yakınından bana havlıyordu.
Nitekim bu şekilde dereye vardığımda ne göreyim… Mark’ın arka ayakları
tutmuyor, felç geçirmiş gibiydi. Benim kendisini çağırışlarım karşısında
havlayarak ön ayaklarıyla sürünmüş derenin karşı kıyısına ulaşmıştı. Artık
dizimin üzerine kadar yükselmiş olan derenin suyuna girdim, suyun akış hızı da
artmış, derenin tabanı da gözükmediği için rastgele adımlarımı atarak Mark’ın
yanına ulaştım. Biraz okşadım ve sevdim… Ama bu şekilde Mark köye gidemezdi.
Onu kucağıma alsam derenin içerisinde sendeleyip düşersem su her ikimizi de
sürükleyebilirdi. Ya Mark’ı kucağıma alıp karşıya geçecektim ya da Mark’ı
tarlada tünel seraların birinin içerisinde bırakıp geri dönecektim. Ama Mark’ın
bu halde bile eve gelmek istemesi açıkça beni ağlatmıştı. Sular daha fazla
yükselmeden her türlü riski de alarak Mark’ı kucakladım… Bu kadar ağır olduğunu
hiç düşünmemiştim. Göründüğünden daha ağırdı. Bu şekilde dere içerisinde
düşmemeye nerede hangi taşın olduğunu hatırlamaya çalışarak dereyi geçtim…
Artık sel tehlikesinden kurtulmuştuk ama yine de ihtiyatı elden bırakmamak için
dere yatağından biraz daha uzaklaşıp biraz dinlenmek amacı ile Mark’ı yavaşça
yere bırakarak oturdum. Onun o gözlerindeki minnet ifadesini görecektiniz. Bunu
görebilmek dünyaya değer… Dinlenirken onu okşuyor, ona iyi olacağını
söylüyordum. O ise başını şalvarımın üzerine koymuş muhlis muhlis bakıyordu.
Yağmurun şiddeti biraz kesilmişti ama yine de yağmaya devam ediyordu. Mark’ı
kucağıma aldım… Yollar iyice kayganlaşmıştı, çizmelerime yapışan çamur adeta
çizmelerimin ayağımdan çıkmasını sağlayacak, beni yürütmek istemez gibiydi… Bu
halde köye çıkan annemi amcasından adını alan Sağırın Koyağına geldiğimizde
benim geç kalmamdan meraklanan abim ve babam geldiler. Babam Mark’ın durumunu
görünce hemen kucağımdan onu kendi kucağına aldı ve beraber eve ulaştık. Mark’ı
güzelce kuruladık ve kuru bir çulun üzerine yatırdık. Bu arada Mark bize minnet
ve sevgisini göstermek için ellerimizi, yüzümüzü yalıyordu. Babam “İçirdiği
tütünden dolayı bu durumun oluştuğunu, zehirlenmeden kurtardığımızı ama tütünün
uyuşturucu etkisi nedeni ile vücudunun dengesinin bozulduğunu, kısa bir süre
sonra tütünün etkisi geçince düzeleceğini” söyledi. O moralle rahatlamıştık…
Gerçekten de ertesi günü Mark kendine gelmiş ve eski halindeydi.
O
günden sonra Mark’ın bana olan ilgisi ve sevgisi daha da artmıştı. Artık
babamdan sonra en sevdiği kişi bendim.
BÖLÜM 15
Sanırım bir yıl bile sürmeyen bir zamandan sonra 5 Ekim 1984 tarihinde;
bizim için kara gün olan Cuma günü birkaç gün öncesinden patlamış olan traktörün
arka lastiğini tamir için babam erkenden kalkıp Mersin’e inmiş, ben de okuduğum
Ç.Ü. İ.İ.B.F. Mersin Turizm İşletmeciliği ve Yüksek Okulu’na dersler olmadığı
halde gelen arkadaşlarla hasret gidermek, yeni arkadaşlarla tanışmak amacı ile
okula gitmiştim. Nereden bilebileceksiniz ki!
Babam şehirden bir iç lastik almış ve geri dönmüş. Annemin amcasının
evinin yanında say taş dediğimiz genişçe taşlık alana abimle traktörün
lastiğini sökmüşler ve orada el pompası ile hava basmaya başlamışlar… O gün
öyle bir sıcak Ekim günü ki ben hala böyle sıcak bir Ekim günü hatırlamıyorum.
Bizim Mark babam ve abim traktörde lastiği sökmeye başladıkları andan itibaren
özellikle babamın üzerine atlıyor, önüne geçiyor, sırtına tırmanıyormuş.
Aslında böyle bir şeyi bir tarla dönüşünde yine yapmıştı. Traktörü çok sever,
ona bizden başkasını yaklaştırmaz… Av köpeği olmasına rağmen traktöre dokunan
yabancılara saldırırdı. Bizim tarladan ayrılmamızı istemez gibi traktörün ön
tekeri önüne yatıyordu. Babam iniyor kızıyor, uzaklaştırıyor… Babam bindikten
sonra tekrar tekerin önüne yatıyordu. Bunu ben ve abimde yapsak yine aynı şeyi
tekrarlıyordu. Bu döngü en az yarım saat sürmüştür. Köpekler Azrail’i görür
derler acaba böyle bir şey mi olmuştu? Muamma! İşte yine aynı şeyleri yapmaya başlamış
babamı engelleme uğraşları içerisine girmiş. Babam kızıp uzaklaştırıyor, o yine
gelip aynı şeyleri yapıyormuş fakat abime yapmıyormuş. Lastik şişirirken… Bir
de koca traktör arka lastiği el pompasıyla şişirmek kolay mı? Ama o dönemlerde
tamircide değilseniz yapacak bir şey yok! Babam bir süre lastiği (Mark fırsat
verdikçe) şişirdikten sonra yorulduğunu belirtip birazda abimin şişirmesini
istemiş. Abim lastiği şişirirken de abimin arkasına çömelmiş ve olduğu yere
düşüvermiş. Hemen konu komşu koşuşturmuş, o sırada bir komşunun arabasını
getirmesini istemişler (O zamanlarda herkeste araba da yok.) aksilik ya her
zaman çalışan arabanın marşı basmamış ve biraz da iterek onu çalıştırmaya
uğraşırken vakit geçmiş…
Okuldan köye dönmek için yolun karşısında dolmuş bekliyorum ve orada bir
seyyar kebapçı var… Ondan da ekmek arası bir kebap söyledim, tam kebabımı
bitirdim baktım bizim okulun kapısında merhum Erdal amcamın biraz döküntü Murat
124’ü fakat sürücü koltuğunda bizim köyden Hidayet Kurt var yanında da Erdal
amcam oturuyor. Allah Allah!... Erdal amcamın benim okulumun kapısında ne işi
var? Ayrıca Hidayet ile amcam birbirlerini tanımazlar niye arabayı Hidayet
kullanıyor? İçime bir şüphe düştü ve tekrar okul kapısına geçmek için yola
indiğimde onlarda beni gördüler ama baktım suratları çok asık ve üzgünler…
Olağanüstü bir şeylerin olduğunu sezinledim, arabaya binmemi istediler. Amcam
ağlamaya başladı. Ne olduğunu sorduğumda kelimeler boğazına düğümlendi, sadece
“abim” diyebildi. Babam en büyükleri idi ve hepsi babamı sever, sayardı. Babalarından babamdan çekindikleri
kadar çekinmezlerdi. Ben nasıl soğukkanlı durabiliyordum, amcama nasıl haberi
olmuştu? O zamanlar böyle her evde, her dükkânda telefon bulunmazdı, hele hele
cep telefonlarının hayali bile görülmüyordu… Ne olduğunu tekrar sordum. Amcamda
biraz kendine gelmişti. Amcam “ben de bilmiyorum, hastaneye kaldırmışlar,
galiba fenalaşmış” dedi. Aslında amcama nasıl haber verildiyse, amcam duyar
duymaz köye gelmiş. Fakat babamı hastaneye götürdükleri için oradakiler ölmüş
olabileceğini söylemişler ve amcam bu haberden etkilenince de Hidayet arabayı
kullanmış.
Devlet hastanesinin nedense hemen morg bölümüne geçtik. Baktım annem
orada kaldırım taşına oturmuş ağlıyor, köyden duyan birkaç kişi gelmiş… İşte
orada babamın ölmüş olduğunu anladım… Annemle sarışıp ağladık fakat metin
olmalıydım ve bundan sonra yapılması gerekenler vardı. Hemen abim, amcam,
köyden gelenlerle neler yapılması gerektiğine karar verip işbölümü yaptık.
Birisi köye gidip sala okutacak ve mezar hazırlığı yapacaktı. Ben il sağlık
müdürlüğünden defin izni alacak ve Burhan Köyü’ne haber götürecektim vb. (O
günlerde böyle iletişim araçları yoktu ve bizim akrabalar geniş bir coğrafyaya
yayılmışlardı. Ama yine de nasıl olduysa bir şekilde herkes birbiri ile
iletişim kurabilmişti.)
Babamın cenazesini uzun bir konvoy eşliğinde köye evimizin önüne
götürdüğümüzde köpeğimiz Mark, bir benim ayağıma gelip yüzünü sürüyor ve
ağlıyor, bir abimin ayağına (abimi de çok sevmezdi aslında) gidip yüzünü sürüp
ağlıyordu. Bir köpek bir hayvan böyle gözlerinden boncuk boncuk yaş dökerek
ağlar mıydı? Daha önce böyle bir şey yaşanmış mıydı acaba? Biz cenazemizin
telaşı içerisinde köpeğimizle meşgul olamadık aslında, onun da acısını
paylaşamadık… O da bir cenaze sahibiydi, onun da teselli edilmesi gerekmiyor
muydu? Bütün bunlar çok sonra düşündüklerim tabi ki.
Babamın cenazesini köy mezarlığına yoğun bir kalabalıkla defin ettik ve
dini vecibeler, adetler yerine getirildikten sonra köye döndük. Bu süreçte Mark
bizimle mezarlığa gelmemişti ve mezar yerini bilmiyordu. Mark babamın düşüp
kalp krizi geçirdiği say taşın üzerine o sıcakta uzanmış kalkmıyordu. Normalde
köpekler sıcakta kendilerini gölge ve serin bir yere atarlar tıpkı bizim gibi.
İkinci gün hala yattığı yerden kalkmayan ve verdiğimiz yemeği yemeyen, suyu
içmeyen Mark bizim için bir endişe kaynağı olmaya başlamıştı. Annemin ablası
olan Eşe teyzem “babanızın bir eşyasını koklatın geçer” dedi. Bende bunun
üzerine Mark’ın burnunun önüne babamın giydiği ayakkabıları koydum. Aman
Allah’ım! Mark ayakkabıları kokluyor, hüngür hüngür ağlıyor gibi sesler
çıkarıyor ve gözünden sel gibi yaşlar akıyordu. Bir süre dayanabildim bu duruma
ve daha kötü olacak diye ayakkabıları burnunun önünden aldım. Sen misin bunu
yapan. Burnunu ayakkabı koyduğum yere koydu ve kıçını havaya dikti, kendi
etrafında 360 derece burnunu kaldırmadan dönmeye başladı… Bu dönme işlemi
dakikalarca sürdü… Tam köpek iyice aklını kaybetmeye başladı dediğim sırada
dönmesini durdurdu. Kendisini çağırdım ve verdiğim suyunu içti, yemeğini yemeğe
başladı.
BÖLÜM 16
Bu seferde babamın na’şının yıkandığı
teneşir tahtasının yanına geldi ve na’şın yıkanmasıyla akan suyun bıraktığı
çamurlu su birikintisinin üzerine yattı ve başını oraya koyarak yatmaya
başladı. Sıcak falan dinlemiyor ve oradan kalkmıyordu. Bu arada cenazeye gelen
eş dost elbirliği ile traktörün lastiğini şişirmişler ve tekrar traktöre
takmışlardı. Belki kendisine gelir diye traktörü çalıştırdım ve yakınına
getirdim… O da ne! Traktörün marşına basmamla sevincinden çılgına dönen köpek,
şimdi traktöre kinli gözlerle bakıyordu… Bunu gözlerinden sezebiliyordunuz.
Belli ki babamın ölümünden traktörü sorumlu görüyordu. Traktörle şöyle bir
tarlaya gider gibi yaptım acaba gelecek mi diye… Nafile yerinden
kımıldamıyordu. Bu arada biz cenaze işlemleri ile uğraşırken ve gelen
gidenlerle ilgilenirken, tarlada bulunan kabaklarda toplanmadığı için tohuma
kaçmış, sebze özelliğini kaybederek sararmaya başlamıştı. Güzlük yapmış
olduğumuz kabak sebzeciliği de boşa gitmişti.
Bu şekilde bir on gün geçmiş, ben Mark yesin
diye kasaplardan kemik topluyor, tavuk kırıntıları alıyor ve bunları haşlayıp
önüne koyuyordum yine de ağzına sürmüyordu.(Av köpekleri yakaladıkları avı
yemesinler diye çiğ ete alıştırılmazlardı.) Bazen akşamüstleri ikindi vaktinde
yerinden kalkıyor, bir süreliğine görünmüyordu. Daha sonra orada sebzeleri olan
Erdal “Feray, sizin köpek akşamüstleri babanın mezarına geliyor, etrafında bir
süre dolandıktan sonra tekrar köye dönüyor” demişti. Şaşırmıştım biz cenazeyi
köyden yaklaşık iki km uzaklıkta olan Akkent Mahallesi sınırları içerisinde
olduğu için tabutu bir kamyonetin kasası üzerinde götürmüştük. Yani koku alarak
gitmesi mümkün değildi. Bizim hemen sonrasında yaptığımız kabir ziyaretine de
bizimle gelmemişti. Nasıl oluyor da babamın mezarını bilebiliyordu. Demek ki
mezarı tek başına ziyaret etmek istiyordu. Bizimle gitmek isteseydi mutlaka
bunu belli eder veya biz kabir ziyaretine giderken çağırdığımız halde gelirdi.
Ben de hiç Mark’ı mezara giderken takip etmek istemedim. Bu artık onun özeli ve
tercihiydi. (Babamın bir arkadaşı domuz avı sırasında domuzlar tarafından
öldürülmüş, köpeği de mezarının üzerinde günlerce aç susuz yatarak ölmüştü.
Babam hep böyle bir köpeğim olsun isterdim demişti. İşte şimdi böyle bir köpeğe
sahip olmuştu. Herhalde diğer tarafta da beraberlikleri sürüyordur.)
Bu arada okulda dersler de başlamıştı… Hem
okula gidiyor hem de evdeki yaşamımızın normalleşmesine uğraşıyorduk. Bir hafta
sonu bahçenin alt kısmında bulunan çalıları temizlemek amacı ile tahrayı elime
aldım ve Mark’ı da çağırdım. Israrlı çağırmalarım karşısında gönülsüzce
peşimden gelmeye başladı. Bahçeye ulaştığımızda biraz çalıları tahra ile
kestikten sonra bakalım ne yapacak diye “Mark! Baba nerde?” dedim… Keşke demez
olaydım köpek çılgınca, feryat figan havlayarak… Bahçenin bir üstüne, bir
altına, bir doğusuna, bir batısına çılgınca koşarak havlıyordu. Söylediğime de pişman olmuştum. Aslında ben
Mark için bir değişiklik olsun diye bahçeye gelmiştim… Çalıları budamak bir
bahaneydi. Mark’ı yanıma çağırdım kan ter içerisinde kalmıştı… Başını
okşayarak, sırtını sıvazlayarak sakinleşmesini sağladım ve “ hadi oğlum, eve
gidelim” dedim. Tekrar eve dönmüştük. Hayat kendi rutini içerisinde devam
ederken bir gün sabah Mark’ın olmadığını fark ettik. Oysa akşam evdeydi ve evin
etrafında keyifsizce yatıyordu. Öğleye kadar ortalıkta görünmeyince içimize bir
şüphe düşmüştü. Asil köpekler ölecekleri zaman ölülerini göstermezler ve gözden
uzakta bir yerde kendi başlarına ölmeyi tercih ederler. Daha önce bizde iken
ölen köpeklerimiz de evi terk ederler, günler sonra cesetlerini tesadüfen
bulurduk. Abim bir yandan ben bir yandan aramadığımız ağaç dibi, çalılık,
aramadığımız in delik kalmadı. Bu günkü üniversitenin bulunduğu alan çam
ağaçları ile kaplıydı tamamını taradık, bahçede her yere baktık, babamın
mezarını iki üç defa kontrol ettik… Yer yarılmıştı da yerin içerisine girmişti.
Hiç olmazsa dirisini olmazsa ölüsünü bulalım bir yere defin edelim diyorduk…
Yaklaşık Mark’ın kaybolmasının üzerinden bir
hafta geçmişti ki… Köy kahvesinde otururken merhum Emin Kaya yanıma geldi ve
“Feray, Ahmet Öksüzlerin orada çam ağacının altında bir köpek yatıyor, ölmek
üzere yetişebilir misiniz bilmiyorum sizin köpek olabilir” demesi ile ben
yerimden fırladım ve koşarak Mark’a ulaşmak istedim. Belki ölmeden
kurtarabilirdim veya son nefesinde yanında olabilirdim… Birkaç dakika
içerisinde Emin’in söylediği ağacın altına ulaştım. Gerçekten de Mark ağacın
altına uzanmış yatıyordu. Fakat son nefesini vermişti… Yetişememiştim. Ceset
soğumuştu. Demek ki Emin köpeği burada gördükten sonra evine uğramış, banyosunu
yapmış, üstünü başını değiştirirken epey bir zaman geçmişti. Burada Emin’in bir
suçu yok. Köpeğin bizim köpek olduğundan emin değildi ve bulsak bile
yapacağımız bir şey yoktu. Ben buraları defalarca aramıştım. Bu günkü tıp
fakültesinin yanı başında Fikri Sağlar’ın bakanlığı döneminde kültür binası
olarak temel atılan yerde idi. Tabi bu yapılar o dönemler henüz yoktu. Bir
başka ilginç olan şey ise bu ağaçta Deli Beyin Veli kendini asarak intihar
etmeye kalkmış ve gecenin karanlığında arkadaşım merhum (çok genç yaşta
kanserden öldü) Kamil ve babam tam zamanında bulmuşlar ve ipi keserek Veli’yi
hayata döndürmüşlerdi… Birkaç yıl sonra önce sevgili Kamil, birkaç ay sonra da
sevgili babam vefat ettiler. Veli ise Allah uzun Ömür versin hala hayatta.
Mark’ın başında bir süre son anına
yetişememenin üzüntüsü ile bekledim. Tüylerini sevgi ile okşadım. Tasmasını
boğazından çıkardım. Fakat onu öylece orada bırakamazdım. Eve geçtim… Eve
uzaklık taş çatlasa iki yüz metreydi. Kesinlikle eminin biz aradığımızda ya
Mark burada değildi ya da biz ona yaklaştıkça o bizden saklanıyordu. Onun
arzusu da bu değil miydi kimseye görünmeden ve rahatsızlık vermeden gözden uzak
olarak ölmek! Abime ve evdekilere durumu bildirdim. Herkesi derin bir hüzün
kaplamıştı… O bize babamın bir emanetiydi ama biz onu yaşatamamıştık. Abimle
birlikte kazma, kürek ve bir çul parçası alarak tekrar Mark’ın cesedinin
bulunduğu alana gittik. Burası kayalık bir alan olduğu için buraya gömemezdik.
Mark’ı kucaklayarak yanımızda getirdiğimiz çulun üzerine yavaşça bıraktık. Mark
için en uygun gömebileceğimiz yer olarak tarla yolunda bir tepelik alanın hemen
dibinde bulunan küçük inin önünü belirledik. Çulun bir ucundan abim, bir ucundan ben tuttum
ve Mark’ı defin edeceğimiz alana taşıdık. Burada küçük bir çukur kazarak Mark’ı
içine bırakıp üzerini toprakla iyice kapattık ki başka hayvanlar cesedi bulup
çukurdan çıkararak kendilerine yem yapmasınlar… Artık Mark huzur içerisinde
sevgili sahibine ulaşmıştı.
BÖLÜM 17
Yaylaya bağlantılı Mark’ın hayatını da
anlatmış oldum. Mark ile anlatılacak birkaç hikâye daha var ama ben yayla
yaşamı üzerine olan yazımdan da uzaklaşmayayım…
Küçüklükten itibaren tabiri yerindeyse
“İvriz’in iti” gibi arkadaşlarla yaylayı dolaştığımızdan dolayı her yerini
bildiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. En fazla gittiğimiz yerlerden birisi
Keklik Pınarı idi. Keklik Pınarı orman dairesinin hemen doğu yanından patika
bir yol ile çam ağaçları arasından ulaştığımız… Orman dairesinin takriben yedi
yüz metre kuzeyinde kalan küçük bir pınardı. Pınarın ağzında çam ağacı
gövdesinden oyulmuş bir oluktan çeşme suyundan daha az su akıyordu. Fakat onu
güzel kılan etrafının tamamen kızılçam ağaçlarla kaplı olmasıydı. Bazen o yolu
göze alan aileler pikniğe geliyorlardı. Önüne meyvelerini ve içeceklerini
soğuması için bırakıyorlardı. Biraz önünde de ağaçsız yeşil otlarla kaplı
alanda da mangallarını yapıyorlardı. Bazen pınarın önündeki oluğu çıkaran veya
atanlarda çıkıyordu. Bizde yeniden bir oluk yaparak pınarın ağzına takıyorduk.
Bunu yapmazsak gelen su çamurlu yüzeyden süzülerek iniyordu ve içmeyi,
kullanılmayı imkânsız kılıyordu. Buraya Üseli Köyü’nden Ömer Ünel, merhum DSP
mv’liği yapmış olan Baki Gökçel abinin oğulları Tuncay ve Cengiz ile çok
gelirdik. Haftanın iki üç günü oradaydık. Yaylanın en yoğun ormanlık alanı
burada idi. Geçtiğimiz yıllarda orman dairesi yakınına orman içerisine ev
yapmış olan açıkgöz birisi şebeke suyu yerine buraya bir boru döşeyerek suyun
aktığı kısmı kapatarak kendi evine almıştı.
Pınarın hemen biraz ilerisinde sık ağaçlar
arasında dereye doğru dik bir yamaç vardı. Bu yamaç çam ağaçlarının pürleri ile
doluydu ve biz altımıza aldığımız bir karton parçası ya da naylon parçası ile
buradan aşağıya doğru saatlerce kayıyorduk… Bu kaymaların sonucunda ya
dizimizde ya da pantolonlarımızın kıçımıza denk gelen kısımlarında sürtünmekten
erimeler oluşuyor ve eve bu şekilde dönüyorduk. Tabi ben bu utanç içerisinde
yoldan değil direk dağın üzerinden evimize iniyordum. Çünkü evimiz dağın batı
yamacında, dibindeydi. Beni bu halde gören annem “Allah Allah! Yepyeni pantolon
nasıl bu şekilde yırtılır diye” hayret içerisinde kalırken, onu çıkarıp diğer yeni
pantolonu giymemi söylüyordu. Yaylaya gelirken nasılsa bol bol yeni kıyafetler
alınmıştı! Birkaç gün sonra diğer pantolonlara da aynısının olacağının farkında
değildi. Bu şekilde bütün pantolonları bitirmiştim ve annem babama Mersin’den
yeni pantolonlar aldırmıştı. Annem sağ hala bu olayı ona anlatmış değilim.
Bu güzelim ormanlık alan geçtiğimiz yıllarda
çıkan bir yangında küle dönüştü. Orman içerisinde araç yolları olmaması
(açılabilinirdi), bir kısmının kayalık ve dağlık olması ancak havadan müdahale
edilmesine olanak verebildi. Aslında yıllar önce bu ormanı ben yakıyordum ama
şans yanımdaydı ve aniden çıkan yağmur ile küçük yangın büyümeden söndü. Keklik
pınarına giderken tam yolun orta kısmında bir yere oturduk ve orada yeni yeni
sigara içmeyi denediğimiz dönemde sigaralarımızı yaktık, ben yanan kibrit ile
kuru çam pürlerini tutuşturdum. Çam pürlerini tutuşturmamla alev yılan gibi
hızla ilerledi ve büyüdü, küçük bir çam fidesini kapladı. Ne yapacağımızı
şaşırmıştık. Su yoktu, bir örtü yoktu… Hiçbir şey yapamıyorduk ve korkup telaşa
kapılmıştık. Son çare pınarın başında bir su kabı bulup su taşıyabilir miyiz
diye pınara koşturduk. Biz pınara ulaştığımızda bir sağanak yağmur başladı.
Kapta bulamamıştık. Tekrar geri döndüğümüzde yağmurun etkisi ile yangının
sönmüş olduğunu gördük. Bir daha böyle bir şey yapmak mı tövbeler olsun! Bu
bana ve arkadaşlarıma iyi bir ders olmuştu!
Geçmişte insanlarda doğa bilinci yoktu ve
her şeyin tekrar oluşacağı bilinci vardı. Bu nedenle özellikle fıstık çamları
fide halindeyken tepesinden kesiliyor ve o kesilen kısma çakı bıçağı ile
şekiller veriliyor, kurutularak baston haline dönüştürülüyordu. Gerçekten güzel
ve göz alıcı bir baston ortaya çıkıyordu ama bir ağaç büyümeden katlediliyordu.
Hâlbuki bu bastonlar kızılcık veya demircik denilen bir çalının dalından da
gayet güzel yapılabiliyordu. O dönemlerde böyle bir furya vardı ve yaylacılar
yüzlerce ağacı bu amaçta katletmişlerdir. Sonra orman idaresi ve jandarma bu
olaya müdahale ederek katledilen ağaç sayısını azaltmıştır. Şimdi insanlarda
doğa bilinci gelişince bu olaylar yok noktasına geldi.
Yine yanımızdaki yayla evinde kalan Urfalı
komşularımızın biz yaşlarında Eyüp ve Mehmet adlı iki oğlu vardı (diğer büyük
ve küçükler haricinde). Eyüp ve Mehmet ailelerine katkı olması amacı ile her
gün otelin altındaki fırında yapılan simitleri tepsilerine alıp, bu tepsileri
de başlarına yerleştirerek biri yaylanın bir tarafına, diğeri bir tarafına
olacak şekilde satışa çıkıyorlardı. İkindine kadar da simitlerini bitirmiş
oluyorlardı. Eyüp bir gün bana “sende simit sat” dedi ama baktım ben onlar gibi
başımın üzerinde o tepsiyi taşıyamam… “Yok, ben satamam” dedim. “O zaman bana
takıl beraber gezeriz hem benimde canım sıkılmaz” dedi. “Olur” dedim ve Eyüp’le
dolaşmaya başladım. Birkaç gün sonra Eyüp, “Feray sende çiklet sat” dedi. Ben
yapamam falan derken denemek amacı ile yaylaya gelen toptancıdan bir kutu
çiklet aldım ve Eyüp simit, ben de çiklet satmaya başladık. Bir taraftan da
utanıyordum. Çünkü daha önce hiç gelir getirici iş yapmamıştım. Gittiğimiz her yerde köylülerimiz ve
akrabalarımız olunca beni de çiklet satar görünce bir alacaklarsa on alıyorlardı.
Küçük bir çocuk için iyi paraydı. Ben Eyüp gibi babama da vermiyordum. Ertesi
gün toptancıdan iki kutu çiklet aldım. Bu bir süre devam etti. Fakat baktım
insanlar benim hatırıma çiklet alıyor… Sanki insanları kullanıyormuş hissi
oluşmuştu. Bende ilk para kazandığım işi bıraktım. Eyüp ve Mehmet okudular ve
öğretmen oldular. Hani hesapsız zengin olanlar zenginliklerini açıklarken;
simit sattım, şunu yaptım, bunu yaptım zengin oldum diyorlar ya… Eeeee… Bizde
sattık bir zengin olamadık!
BÖLÜM 18
Yaşıtım olanlar bilir… Zamanımızda Teksas,
Teks, Tommiks, Kaptan Swing, Zagor gibi çizgi romanlar ve Gırgır, Fırt gibi
dünyanın en çok satan mizah dergileri vardı. Bu dergiler hükümetlere yalakalık
yapmayan, onları çok zeki mizahi anlayışla eleştiren, insanları güldürürken
düşündüren, bu günkü gibi karmaşık anlaşılması zor bir mizahı yansıtmadıkları
için satışları milyonlara ulaşarak dünyanın en çok satan mizah dergileri
oldular. Haftalık yayınlandıkları için çizgi romanları ve mizah dergilerinin
gazeteler ile birlikte bayiye gelmesini dört gözle bekler… Kalmayacak korkusu
ile bayinin yanında beklerdik. Bazen gazetelerin bile gelmediği günler olduğu
için boşuna beklemiş olurduk. Gazeteler gelse bile dergiler gelmeyebiliyordu.
En çabuk tükenen gazete Cumhuriyet olurdu çünkü alıcıları belli ve az sayıda
gelirdi. En çok satılan gazeteler ise; Günaydın, Hürriyet, Milliyet ve az da
olsa Tercüman gazetesi olurdu. O günlerde gerçekten okur sayısı mı fazla idi
yoksa gazeteler mi az geliyordu? Ben okur sayısının fazla olduğunu düşünüyorum.
Çünkü televizyonlar yoktu. Radyo sayısı az idi. Bu nedenle insanlar günlük
olayları gazetelerden takip ediyorlardı.
Aldığımız çizgi romanlar ve dergiler birkaç
koliyi dolduruyordu. Otelin altındaki kahvenin girişine genç birisi kullanılmış
dergi ve kitapları seriyor… İkinci el olarak satıyor veya kiraya veriyordu.
Bende olmayan serileri ondan satın alıyor veya kiralıyordum. Kiralamak daha
ucuza geliyor orada oturarak veya eve götürerek okuyordum. Evde biriken
kitaplar fazla yer kapladığı için annem mızmızlanmaya başlıyor ve yakmakla
tehdit ediyordu. Bende kitaplarımın yakılmasındansa o ikinci el kitapçı gibi
kitapları değerlendirmeyi düşündüm. Bizim sokağın karşısında ahrazın durduğu
yere bende gazeteleri seriyor ve üstüne kitapları sererek sergiliyordum.
Kitapları taşımamda arkadaşlarım da yardımcı oluyorlardı. Benim kitaplarıma
ilgi daha fazla oluyordu çünkü kitaplarım yeniydi. Kitapları zedelemeden,
çizmeden, kenarlarını bükmeden okurdum. Gerçi halada öyleyim ve otuz yıl önce
aldığım kitaplarım bile kitaplığımda yeni gibi durur ve yıpratırlar korkusu ile
pek kimseye vermem. Kitaplarıma olan bu ilgiyle kitaplarım hızla tükeniyordu.
Kiraya alanların bazıları evde okuyup getirelim diyorlar fakat sonrasında
getirmiyorlardı. Bazı günler bende otelin altındaki kahvenin girişinin diğer
tarafına sergimi açıyordum. Pazartesi ve Salı günleri insanların çoğu şehre
indiği için iş yavaşlıyor ama diğer günler tekrar artıyordu. Böylece okuduğum
kitapları tekrar paraya çevirmiş oldum ve tükettim. Evde herkes memnun olmuştu.
Kitaplar tükenmişti… Bu sürede ben evden harçlık almamıştım…
Bazı günler Mezargediği’ne gidiyor
amcamların orada harman yerine kurdukları gıncırlağa biniyorduk. Gıncırlak,
andız ağacından yapılan bir kazık toprağa çakılıyordu. Bu kazığın toprak
üstünde kalan boyu bir, bir buçuk metre aralığında olur, üst uç kısmı çok sivri
olmayacak ve tam tepe kısmı küt olacak şekilde sivriltilirdi. Sonra bunun
üzerine koymak üzere yine beş, altı metre boyunda yine andız ağacından bir
direğin tam orta kısmına bir oyuk açılır, bu oyuk çakılmış olan kazığın
tepesine geçirilirdi. Ondan sonra direğin iki tarafına birer, ikişer kişi
geçerek karınlarının üstüne yatarak direği çevirirler, bir taraf üste çıkar,
diğer taraf altta kalarak dönerlerdi. Bu dönüşler esnasında gıcır gıcır
gıııcıııırt… Sesler çıkardı. Bazen daha iyi ses çıksın diye direklerin
birleştiği noktaya kömür konarak seslerin daha iyi çıkması sağlanırdı.
Çıkardığı sesten dolayı “gıncırlak” diye adlandırılan eski eğlenceli bir Yörük
oyun geleneği idi. Bugünkü tahterevalliler gibi düşünebiliriz ama gıncırlak üç
yüz altmış derece dönebiliyordu.
Aslında yayla hayatımız bayağı renkli
geçiyordu(!) Halil ve Ercan amcam haftanın en az bir günü birileriyle kavga
ediyorlar, onları karakoldan çıkarmak babama kalıyor, eğer karakol komutanını
tanımıyorsa orman işletme şefi Hayrullah amcayı devreye koyarak bunların
çıkmasını sağlıyor, sonra eve getirip “Siz uslanıp, adam olmayacak mısınız, ben
sizi karakollardan mı toplayacağım?” diyerek bir güzel de babam dövüyordu.
Babam “Bunların yüzünden başçavuşun yüzüne artık bakamıyorum” derdi.
Hayriye ve Eşe halam bizim sokağın başında
bıçakçı Mahmut amcanın bitişik batısına yapılan dükkânlardan birisini
kiralamışlardı. Burada örgü makinaları ile kazak ve ceket örüyorlardı. Çok da
güzel işleri vardı… Bu yüzden gelen talepleri karşılamakta zorlanıyorlardı.
Bizim bu iki amca yoldan geçip dükkâna ve halamlara bakan olursa dövmeye
hazırlardı veya benim baktığım kıza sen nasıl bakarsın meselesi kavga sebebi
idi. Bu aralar yanlarına birde Akarcalı boksör Ahmet Gök takılmıştı. Gerçekten
boks sporu yapmış gözü kara bir delikanlı idi. Bu gözü kara üçlü neredeyse
Fındıkpınarı’nı pıstırmışlardı.
Karşıdakinin elinde bıçak varmış, sopa varmış fark etmiyordu…
Kendilerini ölümüne kavgaya atıyorlardı. Hatta bir seferinde sopadan kafaları
yarılmış ve bıçak sıyrıkları da almışlardı ama yine de karşılarındakiler haşat
etmişlerdi. Bunlar yakalandıklarında karakolda sabaha kadar ayaklarının
altından sopa yiyorlar sonra zemine dökülen soğuk suya bastırılıyorlardı. Ufak
derecede elektrik şokları da yemişlerdi. Ayaklarının tabanını gören annemin
yüreği erimişti. Bu halde dedemin yanına göndermediler ve tabanları
iyileşinceye kadar bizde kaldılar. Annem onların yengeleri olması yanında aynı
zamanda teyzeleri idi. Babam ve dedem iki bacıyı almışlar dolayısı ile her
ikisi de bacanak olmuşlardı. Biraz kafanızın karıştığını ensest bir ilişki olduğunu
düşünür gibi olduğunuzu biliyorum çünkü ben bile bu ilişkiyi genç olunca
çözdüm. Babaanneme teyze diyordum. Amcamlar, halamlar anneme teyze diyorlar,
sadece en büyük halam “Gökşen” diyor, en büyük amcam “Gökşen hanım” diyordu.
Benim amcalarım ve halalarım teyze oğlum veya teyzekızımdı. Bunlarda benim
dayılarıma dayı diyorlardı…
Bu kadar kafa karışıklığından dolayı
açıklayayım bari… Babam, en büyük halam Vuslat ve en büyük amcam Erdal
küçüklerken anneleri genç yaşta apandisten ölmüş. (O dönemlerde köyden doktora
gelmek kolay değil… Hoş hala apandisten insanlar ölebiliyor.) Dedem tekrar
evlenmiş ve teyzemi almış… Babam büyüyüp Köy Enstitüsünü bitirip öğretmen
olunca teyzem dedeme “Kıyasettin ile bacım Gökşen’i evlendirelim” demiş ve
böylece teyzem oğulluğuna kız kardeşini yapmış… Bütün mesele bu!... Hala
anlamayacak ne var?...
İşte bu yüzden annemin yeğenlerine yüreği
yanardı ve tüm yeğenlerini çok severdi, onlarda annemi çok severlerdi.
Bizimkilere Daltonlar diyeceğim ama Niyazi
amcam bunların kavgalarına pek karışmaz o hayvanlarla ilgilenirdi. Onun için bu
üçlüye “eküri” diyeyim. Yaptıkları kavgalardan ve sonucunda karakola girip
çıkmaktan artık karakol komutanı ile de samimi olmuşlar ve artık karakol
komutanının çayını içmeye de gidiyorlar, kahvede birlikte oturup muhabbet
ediyorlardı. Bu samimiyet karşılarındaki diğer gençlerin gözünü daha da
korkutuyordu. Daha sonraki yıllarda boksör Ahmet, Hayriye halamla evlenerek
eniştemizde oldu… Şurada on yıl öncesine kadar aynı atılgan boksör Ahmet’ti.
BÖLÜM 19
1970’lerin ortasında itibaren ülkedeki
siyasi ortam… Sağ-sol çekişmeleri yaylaya da yansıyordu. Herkes burnundan solur
bir şekilde birbirlerine ters ters bakıyor, en ufak bir sözlü veya hareketli
tacizde birbirlerinin boğazına çökmek için fırsat kolluyorlardı. Jandarma
güçleri de havayı sezinlemiş veya uyarılmış olacaklardı ki gece-gündüz
devriyelerini gittikçe arttırmışlardı. Esasen Fındıkpınarı içerisinde sol hâkim
görünüyordu, varsa da ülkücülerin sesi soluğu çıkmıyordu. Asıl ülkücü gruplar
Bozön Güzlesi’nde oturan gençlerdi ki onlarda zorunlu olmadıkça Fındıkpınarı’na
gelmiyorlar, gelseler bile küçük gruplar halinde geliyorlardı. Biz solu temsil
eden gençler olarak daha rahattık çünkü yayla bizim hâkimiyetimiz altındaydı.
Devyolcu, Devsolcu, Kurtuluşcu vb. fraksiyonlara sahip gençler olarak bu
ayrımları bir kenara bırakarak hemen her gün kahvelerde bir araya geliyor
sohbetler yapıyorduk. Kendimizi geliştirmek, yaylada nasıl örgütlenebileceğimiz,
bir saldırı konusunda neler yapacağımızı görüşmek üzere ikindi vaktinde;
ikişerli, üçerli gruplar halinde yol boyuna çıkmış gibi Akarca Güzlesin’e doğru
gidiyor ve güzlenin çıkışından sola sapan patika bozuk yoldan yaklaşık yüz
metre ilerde büyükçe bir meşe ağacının gölgesi altında toplanıyorduk. Bu
toplantılarımıza bizden daha büyük ve eğitimli olan abilerimiz önderlik
ediyordu. Bu kişiler Bozön Köyü’nden Ahmet Şimşek (öğretmendi), Turunçlu
Köyü’nden Mehmet Uysal (öğretmendi), Tece Kasabasından Uğur Taş (öğretmendi),
yine büyüğümüz olarak Akarcalı boksör Ahmet Gök (eniştem), Bozön Köyü’nden
Şener Gökçe büyük olarak başımızda bulunuyorlardı. Biz çömezler olarak; ben,
abim, Tece kasabasından Salim Dik, Salim Taş, Mehmet Uysal, Çavak Köyü’nden
Ekrem, Hacı, Arap Mustafa, Turunçlu Köyü’nden Durmuş Ali Uysal ve hatırıma
gelmeyen üç beş kişi daha orada oturuyor… Ülke gündemini tartışıyorduk.
Büyüklerimiz bize ödev olarak; Karl Marks’ın “Komünist Manifesto ve Kapital”
kitapları, Engels ve Lenin’in kitapları, dergiler ödev olarak verilir ve bir
dahaki toplantıya anlattırılmaya çalışılırdı. Lan! Kalın kalın kitaplar, bizim
anlamakta zorluk çektiğimiz sözcük ve kavramlarla sanki anlamamamız için
yazılmış kitaplar… Gel de anlat! Kendimiz anlamamışız ki kime ne anlatalım.
Biraz kem küm ederek anlayabildiğimiz noktaları anlatmaya çalışıyoruz… Bereket
büyüklerimiz devreye girerek eksik kalan bölümlerde veya konunun daha iyi
anlaşılabilmesi için daha yalın ve anlaşılabilir şekilde konuyu açıklıyorlardı…
İşte solculuk bir de böyle zor bir şey. Anlaşılamayanı anlamaya çalışmak ve
boyundan büyük işlerin altına girip oradan alnının akıyla çıkabilmek.
Bizim iki Salim’den birisi (Dik) uzun boylu
ve iriyarı, diğer Salim ise (Taş)kısa boylu ve çelimsiz sayılmazdı. Ama ikisi de
birbirinden cevahir (Salim isminde mi bir şey vardı acaba?), cesur yürekli ve
asabi. Kendilerine ters bakan oldu mu ikisi birlikte saldırıyorlar ve
karşıdakini haşat ediyorlar. Karşıdakini ellerinden almak bana ve Mehmet’e
(Teceli) kalıyor. Sanki iyi polis, kötü polisi oynuyoruz. Hâlbuki ben hayatımda
her zaman şiddete karşı çıktım. Benim gibi keza Mehmet’te. Sonra bizim Salimler
başlıyorlar birbirlerini asabilikle, çok dövmekle suçlamaya, ben döversem sen
karışma, sen döversem ben karışmayayım diyorlar… On dakika geçmeden bir
başkasını aynı şekilde dövmeye devam ediyorlar. Dayak yiyenler korkudan gidip
şikâyetçi de olamıyorlar… İşte yaylada siyasetin yansımaları bu şekilde
oluyordu.
Yaylanın en eğlenceli dönemi 30 Ağustos
Zafer Haftası kutlamalarının olduğu hafta oluyordu. Bu kutlamalar genelde
Mersin’in tüm büyük yaylalarında coşku ile yapılıyordu. Bir hafta öncesinden
başlayan kutlamalarda çok fazla olmasa da konserler, ip cambazları; ilk defa
yaylada izlemiştim bir daha da görmedim, sihirbazlık gösterileri, yine az olsa
da halk oyunları ekiplerinin gösterileri ve karakucak güreşleri ile sona
eriyordu.
İp veya tel cambazları, ayaklarına uzun
sopalar geçirerek, bu boyada uygun kalın çizgili pantolon diktiriyorlardı ki
biz daha uzun görelim diye… Bu şekilde yaylayı bir uçtan bir uca yürüyorlardı,
arkalarında da yığınla çocuk. Gösterinin nerede ve ne zaman yapılacağını
bildiriyorlardı. Güreş alanı dediğimiz Beşkoz Mahallesindeki harman yerine iki
direk arasına tel çekiyorlar ve bu tel üzerinde elinde uzun bir sopa ile
dengeyi sağlayarak, direğin bir ucundan diğer ucuna kadar yürüyor, bazen de
düşecekmiş gibi yaparak izleyicilerin yüreklerini ağızlarına getiriyordu. Tabi
en tehlikelisi düşmesi halinde alta üzerine düşeceği bir filenin olmamasıydı. Bu tehlikeli gösterinin etkisi izleyici
üzerinden gitmeden yardımcılarından birisi bir kap ile izleyiciler arasında
dolaşarak para toplamaya başlıyordu. İnsanlarda gönüllerinden ne koparsa o
kabın içerisine bırakarak o günün hasılatını oluşturuyorlardı.
Bazen de Huduni gibi sihirbazlar gelir ve
yine güreş alanına çadırlarını kurarlar. Halka duyuru yaparlar ve afişlerini
asarlardı. Bunlar çadır içerisine izleyiciyi bilet karşılığı alır ve
sihirbazlık hünerlerini gösterirlerdi. Sihirbazlar günde üç veya dört seans
gösteri yapabiliyorlardı.
Bu hafta boyunca torpil dediğimiz
patlayıcılar, mantar tabancaları ve kız kovalayan dediğimiz fısfıslar,
çatapatlar, füze veya diğer adıyla roketler bayram haftasının vazgeçilmezleri
idi. Aslında bunlar son derece de tehlikeli, insanları yaralayabilen veya sakat
bırakabilen eğlence(!) araçları idi. Bir gün fısfısı (kız kovalayan, arkasında
az miktarda pamuk, ön kısmı ise barut dolu olan sigaramsı bir alet) bir çocuk
ateşledi ve bıraktı… Fıs diyerek tutuşan ve barutun alev alarak itme gücüyle
havada zikzak çizen bu nesne yoldan geçen orta yaşlı birisinin… O da garibim
bayram nedeni ile belki de o gün ilk defa giydiği ipekli gömleğiyle oradan
tesadüfen geçerken, sırtına değmesi ile gömleğin baştan sona kadar erimesi bir
oldu. Adam şaşkınlık içerisinde bakarken belden yukarısı çırılçıplak kalmıştı…
Bizler şaşkınlık ve korku içerisinde donmuş kalmıştık. Doğal olarak adam
fısfısı atan çocuğu kulağından yakalayarak babasına götürdü. Herhalde gömleğin
parasını almıştır(!) Bir günde torpil denilen patlayıcıyı arkadaşlarım benden
habersiz ayağımın dibine atmışlardı ve ayağımın dibinde patlayan torpil el
parmaklarımı şişirmiş günlerce acı çekmiştim. Yaylanın her yanından patlama
sesleri geliyordu. İnanın birini tabanca ile vursanız ancak vurulan görülünce
bir ateşli silahın ateşlenerek insan öldürüldüğü veya yaralandığı ortaya
çıkardı. O dereceydi yani! Ama en muhteşemi 29 Ağustos’u 30 Ağustos’a bağlayan
gece olurdu… Bu gece de gecenin karanlığında atılan maytaplar arkalarında bir
ışık huzmesi ve duman bırakarak, ıslık sesi gibi ses çıkarır, son çıkabildiği
noktada patlardı. Bu tüm yaylanın dört bir tarafından atılırdı. Bizler buna
ilaveten günler öncesinden biriktirmiş olduğumuz külleri gazyağı ile yoğurur ve
bunları yuvarlak hale getirerek yan yana dizerek her birini tutuştururduk.
Ortaya harika çok uzaktan görülebilen küçük alev topakları çıkardı. Bu bugün
yapılsaydı herhalde gençler kalp motifleri oluşturarak bir yerlere mesajlar
verirlerdi. Beşkoz girişinde çatmalarda yaşayan Abdallar da davul ve zurnaları
ile bu bayram havasına katılırlardı.
30 Ağustos günü artık yayla için büyük
gündü… Araç park edecek yer bulmakta zorlanırdınız. Çünkü o gün karakucak
güreşleri yapılacaktır. Davullar çift çift sabahtan itibaren çalınmaya başlar.
Türkiye’nin tüm illerinden gerek güreşçi olarak, gerekse seyirci olarak yoğun
katılım olur. Eskiden güreş müsabakalarının hastalık derecesinde yoğun bir
seyircisi olurdu. Kadınlı erkekli hangi ulaşım araçlarını bulmuşlarsa onunla
gelirlerdi. Birkaç gün öncesinden dahi gelenler olur, yakınları varsa
yakınlarının yanında yoksa açık havada yatarlardı. Bu bahane ile birkaç gün
yayla da yapmış olurlardı. Bizimde Tarsus Kösereli Köyü’ndeki babamın Yörük
teyze ve teyze çocukları gelirdi. Türkiye, Avrupa, Dünya ve Olimpiyat
şampiyonlarını ve derece almış güreşçilerini, genç yetenekleri izleme şansını
da yakalamış olurdunuz.
Müsabakalara geçilmeden önce sabah gelecek
yılın güreş ağası seçimi yapılırdı. Ağa adayları açık arttırma ile ağalığı
almaya çalışırlardı. En fazla parayı veren ağalığı da almış olurdu. Ağalar
genelde narenciye tüccarlarından oluşurdu… Bunlarda ya Mezitli’den ya da
Çeşmeli’den oluyordu. Güreş ağalığı olmazsa muhtarlık bütçesi ile bu
organizasyonları yapmanın imkânı yoktu. Bazen parasal anlamda sıkışıldığında
kahvede yaylacılardan gönlünden ne koparsa şeklinde para toplanırdı. Öğleden
sonra güreşlere geçilir; güreşçiler deste küçük boy, deste orta boy ve deste
büyük boy olarak gruplara ayrılırlardı. Bazen güreş esnasında iyi güreş tutan
gençler için birileri bizim yerel köy şapkalarını açarak para toplardı. Bazen
güreş müsabakaları gecenin ilerleyen saatlerine kadar bitmez… Bu anda araçların
farları yakılarak bunların ışığında müsabakalar sürdürülürdü. Bazen sporcular
aralarında anlaşmalı güreş yaparak kendilerini yormadan birbirlerine
yıkılırlar, bunu anlayan halk da büyük protestolarda bulunurlardı. Aslında
favori güreşçiler tüm yaylalarda güreştikleri için kendilerini yormadan tüm
hasılatları toplayıp kırışmayı sık sık yapıyorlardı (Belki de kendilerince
haklıydılar. Birkaç gün peş peşe güreş yapmakta kolay değildi).
Fındıkpınarı’na yaylaya çıkan köylülerin
dağılımı hep dikkatimi çekmiştir. Mersin’in batısında Çeşmeli – Kargıpınarı
Köprüsü’ne kadar olan köyler Fındıkpınarı’na, doğuda Gözne yolunun batısında
kalan Üseli, Çavak gibi köyler Gözne, Soğucak kendilerine daha yakın olmasına
rağmen Fındıkpınarı’na yaylaya çıkarlar. Gözne yolunun doğusunda kalan yaylalar
ise Soğucak, Bekiralanı, Gözne, Ayvagediği gibi yaylalara çıkarlar. Tabi azda
olsa karışık çıkan olsa da bunlar istisnayı teşkil ederler. Sanki arada bir
sözleşme yapılmış gibi gelir bana.
Artık 31 Ağustos’tan itibaren ayrı bir göz
zevki ve hüzün oluşmaya başlar… Geceleri Yörük alışkanlıklarından kalma göç
ateşleri yakılmaya başlanır. 30 Ağustos öncesi de tek tük gözlenir ama asıl
çoğalma 30 Ağustos’tan sonra gözlenir. Tek tek görürsünüz… Aaaa! Yarın Mehmet
amcalar gidiyor, Hatça teyzeler gidiyor. Bak bak! Ali gilde gidiyor. Şuraya bak
şuraya! Ayşenlerde gidiyor. Gibi kimlerin yarın göç edeceğini bilirsiniz.
İçinizde bir burukluk bir hüzün oluşur. Yalnız kalma duygusu ağır basmaya
başlar. Artık arkadaşlarınızın bir kısmı yarın yanınızda olmayacaktır. Size
gideceklerine dair bir şeyde söylememişlerdir… Demek ki kendilerinin de
haberleri yoktu ve akşam evde öğrenmişlerdir. Vedalaştıklarınızla ile gelecek
yayla sezonu görüşmek üzere sözleşmişsinizdir… Hâlbuki kimin başına ne
gelebileceğini kim bilebilir!
Bu göç ateşi yakılmasının amaçları; hem
gideceğinizden diğerlerini haberdar etmek ve bir nevi uzaktan da olsa
vedalaşmak hem de özellikle Yörükler çatmalarından kalan dalları ve pislikleri,
evi olanlarda evlerinin etrafındaki çerçöp ve pislikleri yakarak terk ettikleri
alanı temiz bırakma amacını taşır. (Keşke piknikçilerde de bu bilinç olsa!)
Yaylaya nasıl taşınılmışsa o şekilde eşyalar
denk (mağraç) yapılarak, paketlenerek taşınır idi.
Bu neredeyse küçük bir kitap ölçütlerinde
oluşan yazı dizimde; sizleri geçmiş yıllara götürerek, kendi yaşam
kesitlerimden örnekler katarak, özellikle Fındıkpınarı yaylası ile ilgili
yaylacılığı anlatarak anımsatmaya, yaşı yetmeyenlere geçmişte yaşamın nasıl
olduğunu betimlemeye çalıştım.
Önceden
hazırlanılıp üzerinde düşünülmeden, yaşıtlarımın, büyüklerimin ve çevremin
görüşlerini almadan yazdığım için… Muhakkak ki birçok değinilmesi gereken
özellikleri unutmuş veya atlamışımdır. Bu konuda affınıza sığınıyorum.
BİTTİ
Feray ÜNAL
https://www.facebook.com/F%C4%B1nd%C4%B1kp%C4%B1nar%C4%B1-t%C3%BCrkmenleri-731622143544858/
YanıtlaSilYazınizi büyük bir keyifle okudum.Bazı yerdede gözlerim yasarmadı değil (babanız için başınız sağolsun ).Bende anne tarafi Tarsus koselerli.Baba tarafı kocavilayet yoruklerindenjm.
YanıtlaSil